20 Haziran 2018 Çarşamba

Ah aristokrasi vah Meritrokrasi

demokrasi iyidir hoştur ancak kötü niyetli kişilerin eline geçti mi, eğitimsiz halktan gücünü alarak totaliter bir zorba rejimine dönüşmesi ve sürekli istikrarsızlığa yol açması gibi tehlikeleleri oldukça fazladır ve bunların bizzat yaşandığı bir ülke bilinmektedir.

kitabına harfi harfine uyulmuş 'demokratik' aristokrasi sistemiyse insan aklına çok daha yatkın gelmektedir. tıpla ilgisi ve bilgisi olmayan adamlar nasıl ki doktor seçemez, hukuki eğitimi ve bilgisi olmayanlar nasıl ki kimin hakim kimin savcı olup olmayacağı seçemez (muz cumhuriyeti hariç) o halde nasıl olur da devlet yönetimi ile ilgi alakası, bilgi ve tecrübesi olmayan, zerre olsun kültürü, uygarlık düşünceleri olmayan adamlar devletin en önemli mekanizmasını seçme hakkına sahip olabilir?

"demokrasinin temel ilkesi, herkesin eşit olarak hükümette yer alabilmesi ve kamu politikasında sözü olmasıdır. bu, ilk bakışta pek güzel bir düzen gibi gelir; ancak halk, en iyi yöneticileri ve en bilgece tutumları seçebilecek ölçüde yeterli eğitim görmediğinden, demokrasi kısa sürede zorbalığa ve otokrasiye dönüşebilir."

yaşıyor, görüyor ve tecrübe ediyoruz ki demokrasinin sadece adı var. demokrasi öyle bir şeydir ki kötü niyetli kimseler demokrasiyi kullanarak demokrasiyi fiilen ortadan kaldırabilir, hele ortam buna müsait ve halk dünden güdülmeye hazır şekilde buna razıysa işte o zaman demokrasi, hayalet demokrasisine dönüşür.

"halka gelince, anlayıştan yoksundur. sadece yöneticilerinin, akıllarına esip de onlara söyledikleri şeyleri tekrarlamakla yetinirler. yığınların yönetimi, devlet teknesinin, üzerinde yüzeceği fırtınalı bir denizdir. her söylev rüzgarı, suları harekete getirerek geminin rotasını değiştirir. böyle bir demokrasinin sonucu zorbalık ve otokrasidir. yığınlar dalkavukluktan öyle hoşlanır, öylesine tatlı bir dile açtırlar ki, sonunda kendine "halkın koruyucusu" diyen en düzenbaz ve vicdansız bir dalkavuk, en üstün yetkiyi ele geçirir. "

"hastalandığımızda en yakışıklı ya da en güzel konuşan hekime değil de, bu konuda özel eğitim görmüş, alanında en yetkin en usta bir hekimi seçeriz. peki vücudumuzdan pek de farkı olmayan devletin hastalanması durumunda yığınların, ağzı laf yapan karizmatik lideri, devler yönetiminde alanında yetkin ve bilge lidere tercih etmesini nasıl açıklarsınız?" (7 düvel tarafından kandırıldıği için sürekli yanlış tedavi uygulayan ve hatalarından dolayı sürekli hastalarım bizi affetsin diyen bir hekim düşünün, bu hekimin bedeninizi korumak ve tedavi etmekle görevlendirilmesini ister miydiniz?)

işte burada uygulanması zor fakat bir kere uygulandı mı tadından yenmeyecek olan aristokrasi girer. öncelikle aristokrasi ile demokrasi arasındaki en temel fark nedir? demokrasilerde daha çok devletin başına geçmeye ihtiyacı olanlar devletin başına geçer. aristokrasi ise iktidara ihtiyacı olmayanların iktidara geldiği bir sistemdir. şöyle ki her şeyden önce ilk çocukluktan beri gönüllü olması istenir, devlet yönetmenin kutsal bir görev olduğu vurgulanır ve çocukluktan itibaren eğitime tabi tutulurlar. elbette 'öncelikle' kimsesizlerden, ailesi olmayanlardan seçilir bu çocuklar, böylece ileride devletin başına geçmesi durumunda ailesine özel muamele uygulaması söz konusu olamaz. böylelikle belli bir ailenin, zümrenin kast sistemiyle ülkeyi yönettiği avrupavari aristokrasiyle karıştırmamak gerekir gerçek aristokrasiyi.

aristokraside tam bir fırsat eşitliği vardır, o yüzden demokratik aristokrasi de diyebiliriz. uzun yıllar süren gerek mesleki gerek kültürel gerek felsefi genelde dünyevi konularda aldıkları eğitimden sonra yeteneklerini ispat edip üstün başarı gösterenler yöneticiliğe aday olabilecektir. kitlelerin oyuyla ya da hile hurda ile değil, yalnızca kendi emekleriyle oraya geleceklerdir.

devletin tüm yöneticileri, siyaset adamları bu uzun çaplı eğitimden gerek fiziki gerek zihni sınavlardan geçtikten sonra devlet yönetiminde söz sahibi olacaktır. ancak başta belirtildiği gibi bunların devlet yönetimine girmeye ihtiyaçları olmayacaktır, yalnızca yaşamlarını sürdürebilecek miktarda asgari bir ücret almaları gerekmektedir, kendilerine ayrılmış site lojmanlarında yaşamaları fuzuli giderleri daha da kısaltacağı için devlet yönetimine daha fazla ilgi göstereceklerdir. yöneticiler evlenebilse bile devletin en başına geçecek liderin hiç evlenmemiş olması şart koşulacaktır. unutmayın, bunlar sıradan halk için ağır koşullar olabilir ancak devlet yönetimini sıradan halkın koşullarına indirgemek çok daha büyük sorundur. devleti yönetecekler her şeyden önce gönüllüdürler ve mal mülk herhangi bir maddi üstünlük elde edemeyeceklerini baştan kabul etmek zorundadırlar.

uzun yıllar gördükleri eğitim ve birçok kişiyi eleyerek ulaştıkları devlet yönetimde söz hakkı sahibi olmaları bile onların sınavını ve eğitimini bitirmeyecektir. günümüzde memurlara uygulanan işlerinde daha iyi olmaları maksadıyla teşvik görevi gören sürekli üst kademeye terfi etme durumunun çok daha gelişmiş ve devlet yönetimine adapte edilmiş hali söz konusu olacaktır. devletin en üst kademesindeki lider ya da başkan diyebileceğimiz kimse de tüm bu terfi aşamalarını uzun yıllar süren gayret sonrası aşabilmiş, devlet yönetiminde geniş çaplı bir birikim ve olgunluk kazanmış bir avuç üstün yetenekli insan ulaşabilecektir. bu insanın 55-60 yaşından genç olmaması olmazsa olmaz şarttır, devlet yönetimi şarap gibidir, ne kadar pişerseniz (yıllanır) o kadar birikim ve bilgelik, olgunluk kazanırsınız.

elbette devlet yönetimindeki kademeler, üstler astlar arasında da bir oy hiyeralşisi söz konusu olacak, sözgelimi 9.seviyeden bir yönetici ile 3.seviyeden bir yöneticinin oy değeri aynı olmayacaktır. ancak tüm kademeler görüş bildirecek, teklif- yasa tasarısı ileri sürme hakkına sahip olacaklardır o teklifin ileri sürülmesi için kendi kademelerinden ya da üst kademelerin katkısıyla belli bir oy aldıktan sonra tabi. buna karşın son sözü yalnızca belli bir kademeye yükselmiş bir avuç bilge söylecektir. bunlar onlarca yıl süren ayıklanmada sağsalim kalabilmiş birer üstatlardır, devlet yönetiminde son sözü söyleyecek, son atışı yapacak ve böylelikle hastalanma tehlikesi olan devleti alanında en usta hekimler tedavi edecek, işleyişine karar vereceklerdir.

bunların modern devlete adaptasyonu belli noktalarda değişikler ve eklemelerle pekâlâ yapılabilir, fakat yapılır mı? zayıf yöneticilerin çoğunluğu elde ettiği bir ortamda güçlü yöneticilere fırsat bırakmamak için elbette zayıfları koruyacak, güçlülerin yolunu tıkayacak bir takım alaverelerle engel olacak, müsade etmeyeceklerdir. (mhp ve muhaliflerin sürecini hatırlayın.)

velhasılkelam, bu sistemin, demokrasiden çok daha faydalı ve doğru olduğu açıktır, ancak demokrasi adı verilen yönetimler kadar hayata kolayca geçirilmesi zordur. zor olduğu için de en faydalıdır, hiçbir güzel şey kolayca elde edilemez. fakat bu sistemin pratikte zor gözükmesi onu ütopya kategorisine sokmaz, bu sistem gerçekler ile ütopyalar arasındaki bir köprü gibidir diyebiliriz. çözülmesi sıkıntılı en kilit nokta, eğitim ve atama işlevini görecek mekanizmanın tam takır, sağlam, adil ve olması gerektiği gibi yürümesini sağlayabilmektir. belki de ütopyaya yaklaştıran budur.

işbu not: tırnak işareti ile belirtilmiş paragraflar bizzat platon'un düşüncelerinini içeren, derlenmiş ancak hiçbir yorum katılmamış kısımlardır."

sözü, bu sistemin fikir babası olan platon ile bitirelim o halde,

"filozoflar kral, krallar filozof olmadığı müddetçe hiçbir şey iyiye gitmeyecektir."

12 Haziran 2018 Salı

Kanal İstanbul nedir ne değildir?

bir şekilde 2011 yılından beri gündemimizde olan sözde çılgın proje.

şimdi yeni bir seçim döneminde, yeniden gündemde, yeniden tartışılıyor.
maliyeti ile tartışılıyor, vereceği zararlar ile tartışılıyor.
ama kanal istanbul projesi'ni ortaya atanlar bundan gelir elde edeceğimizi, para basacağımızı söylüyor.

bunların hepsini şimdi tek tek inceleyeceğiz.

öncelikle kanal istanbul nedir? nerede yapılacaktır?

kanal istanbul projesi, istanbul boğazına alternatif bir geçiş koridoru oluşturmak için istanbul'un batısında trakya yarımadasını ikiye bölerek açılacak yapay bir kanal.

kanal istanbul'un kuzey-güney istikametinde uzunluğu 45-48 km uzunluğunda olacak.
genişliği ise 145-155 metre olacak.

şimdi, iktidar diyor ki; "istanbul boğazından tanker geçişleri tehlikeli oluyor, bu yüzden kanal istanbul'u yapacağız ve istanbul'u bu tehlikeden kurtaracağız..."

öyle mi?
bakınız istanbul boğazı'nın en dar yerinde dahi genişliği (rumeli hisari-anadolu hisarı arası) 700 metredir.
şimdi en dar yeri 700 metreden geçerken tehlike arz eden tankerler, akp'nin yapacağı ve genişliği 150 metre olan kanal istanbul'dan daha rahat geçecek öyle mi?
diren matematik, diren geometri...

yine kanal istanbul'u yapmak isteyenler diyor ki; "bu tankerler ve gemi kazaları şehri tehlikeye atıyor, boğaz kenarında yaşayan halkı tehlikeye atıyor..."
peki eyvallah.
ama yine kanal istanbul'u yapmak isteyenler diyor ki; "kanal istanbul'un kıyısında yeni şehir, yaşam alanları yapacağız..."

bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur abicim?
istanbul boğazı kenarındaki vatandaş için tehlike arz eden geçişler, kanal istanbul'un kıyısında kuracağınız yeni şehirlerde oturan vatandaş için tehlike arz etmeyecek mi?
üstelik yukarıda da bahsettiğim üzre kanal istanbul sadece 150 metre genişliğinde, istanbul boğazı ise 700 metre genişliğinde.
hangisi daha tehlikeli olur?

geçelim...

kanal istanbul'u yapacak olanlar diyor ki; "istanbul boğazı'ndan geçen gemilerden para alamıyoruz, ama kanal istanbul'dan geçen gemilerden para alacağız, para basacağız, yılda 8 milyar dolar gelir elde edeceğiz..."

öyle mi?
inceleyelim.

bakınız bir kanal neden yapılır? amacı nedir? onu irdelemekle başlayalım.
bu tip kanallar, uzun yolları kısaltarak, zamandan ve yakıttan tasarruf sağlamak için yapılırlar.
örneğin panama kanalı, neden yapıldı?
pasifik'ten atlantik'e geçecek gemiler binlerce mil yol katedip güney amerika kıtasını dolanmasın diye yapıldı. büyük fayda...
süveyş kanalı aynı şekilde, hint okyanusu'ndan akdeniz'e, oradan da atlantik'e geçecek gemiler afrika'nın en güney ucunu dolanıp binlerce mil yol ve zaman kaybetmesin diye yapıldı.
yunanistan'da korint kanalı var.
pire limanı'na gidecek gemiler mora yarımadasını dolanmasın diye yapıldı, faydası büyük.
almanya'da kiel kanalı var.
hamburg limanı'na gidecek gemiler jutland yarımadasını dolaşmasın diye yapıldı...

bakın bu kanalların hepsinin yol ve zamandan büyük tasarruf sağladıkları aşikar.
peki kanal istanbul?
yol ve zamandan bir kazanım olacak mı?

istanbul boğazı'nın uzunluğu: 30 km.
kanal istanbul'un uzunluğu: 45 km.

cevap: hayır.

gelelim para mevzusuna.

biz şu an istanbul boğazı'ndan geçen gemilerden para alabiliyor muyuz?
evet.
2017 yılında transit gemi geçişleri sırasında verilen fener, tahlisiye ve kılavuzluk hizmetlerinden 2017 yılında 312 milyon 11 bin 630 lira gelir elde edilmiştir.
kaynak:

yani, kanal istanbul'u yapmak isteyenlerin söylediği "boğaz geçişlerinden para alamıyoruz" safsatası koca bir yalandır.

bu gelir az mı?
çok az.
dünyanın en önemli su yollarından elde edilen bu gelir gerçekten çok az ve bu elde edilen gelirin hemen hemen tamamı zaten boğazların güvenliği, işletmesi, fener bakımları vb giderler için harcanıyor, yani bu gelirin vatandaşa bir katkısı olmuyor.

peki kanal istanbul ile bu elde edilen gelirin artması, söylendiği gibi yıllık 8 milyar dolara çıkması mümkün mü?

şu konjonktürde mümkün değil.
neden?
çünkü türkiye'nin taraf olduğu montreux sözleşmesine istinaden transit gemilerin yukarıda bahsettiğimiz fener, tahlisiye ve kılavuzluk hizmetleri ücretini ödeyerek istanbul boğazından geçmeleri mümkün.
şimdi bu su yolunu kullananların böyle bir hakkı bulunurken, neden gidip daha uzun, daha dar ve üstelik daha pahalı bir geçişi tercih etsinler?

sen bu satırları okuyan arkadaşım.
sen bir geminin kaptanısın.
karadeniz'den akdeniz'e açılacaksın, önünde geçmek için iki seçenek var.
birinci seçenek daha kısa(30 km) daha geniş(700 mt) ve daha ucuz.
ikinci seçenek daha uzun(45 km) daha dar(150 mt) ve daha pahalı...
hangisini kullanırsın?

peki türkiye istanbul boğazını kapatıp, transit gemileri kanal istanbul'dan geçmeye mecbur bırakabilir mi?
böyle bir şansımız, imkanımız var mı?
bakın, yine montreux boğazlar sözleşmesine göre, istanbul ve çanakkale boğazları "türk karasuları" statüsündedir.
yani, bu antlaşma geçerli olduğu sürece, istanbul ve çanakkale boğazları'nın tapusu türklerdedir.

lakin rahatlıkla "dış güşler"(!) olarak tanımlayabileceğimiz bir kuruluş var.
uluslararası denizcilik örgütü.(ımo)
bu kuruluş dönem dönem bu boğazlar konusunu gündeme getirir ve "boğazların türk denetiminden alınıp uluslararası bir teşkilata bırakılması gerektiği" gerekçesi ile türkiye ile davalık olur.
örneğin bu uluslararası denizcilik örgütü en son 1996 yılında boğazlar konusunu gündeme getirmiş, ve boğazların uluslararası bir komisyona devri için lobicilik faaliyetlerinde bulunmuş.

yani sözün özü, bu iş hassas bir nokta arkadaşlar.
türkiye'nin boğazlar konusunda atacağı herhangi bir adım, montreux antlaşması ile boğazlar üzerinde elde ettiğimiz hakların uluslararası boyutlarda tartışmaya açılmasını gündeme getirebilir...

bunun da tarihte örneği var.
yine montreux sözleşmesine istinaden transit gemilerden aldığımız fener, tahlisiye ve kılavuzluk hizmetleri ücretlerinin "altın frank" üzerinden ödenmesi kayda alınmıştır.
doları biliyoruz, euro'yu biliyoruz, sterlin, dinar falan da biliyoruz.
bu altın frank ne ola ki?
bu altın frank o dönem kıymetli bir para olan frank'ın altın paritesini gösteren kurdur.

türkiye 1982 yılında (kenan evren darbe dönemi-cunta dönemi) bir karar alıyor.
bu karara göre tedavülden kalkmış olan altın frank yerine transit geçiş ücretini dolar üzerinden alacağını beyan ediyor.
ve bu karardan sonra transit geçiş ücretleri 10 misli artıyor.
aslında işin hakkı bu.
kazanmamız gereken para bu.
yani türkiye 1936 montreux sözleşmesine göre hakkı olan parayı istiyor.
aslında türkiye bu hakkı olan parayı 1936 yılından 1953 yılına kadar bu geçişlerden alıyor.(akp'lilerin beğenmediği tek parti cehape dönemi).
1953 yılında demokrat parti iktidarında altın frank kuru düşükten hesaplanıyor ve türkiye ciddi anlamda bir gelir kaybına uğruyor.
takip eden yıllarda da 1982'ye kadar bunu kimse sorgulamıyor.
ne çoban sülü, ne halkçı ecevit bu konuya fırsat bulamıyor.
ta ki 1982'ye kadar...

işte 1982'de türkiye resti çekiyor ve tedavülden kalkan altın frank yerine boğaz geçiş ücretlerinin dolar üzerinden alınacağını ilan edince uluslararası denizcilik örgütü dünyayı ayağa kaldırıyor.
başta abd, ingiltere ve yunanistan olmak üzre bütün dünya türkiye'nin aldığı bu karara itiraz ediyor.
hatta sovyetler birliği türkiye'yi resmen tehdit ediyor.
türkiye bu restlerin hepsine göğüs geriyor.
ta ki 1983 senesine kadar.

1983 senesinde iktidara gelen anap ve başbakan turgut özal ilk iş olarak ne yapıyorlar biliyor musunuz?
1982 senesinde bülend ulusu başbakanlığındaki darbe hükümetinin aldığı bu kararın kanun haline getirilmesini erteliyor bu uygulamayı yürürlüğe koymaktan vazgeçiyorlar.
aslında işin komiği ne peki onu biliyor musunuz?
bu kararı uygulamaya koymaktan vazgeçen kişi olan turgut özal, 1982 yılında bunu gündeme getirip tasarıyı hazırlayan kişi, yani başbakan'ın danışmanı, bu altın frank olayını hükümetin kulağına fısıldayan kişi...

anlıyorsunuz değil mi?
basit anlatmaya çalışıyorum. şu yukarıdaki saçmalığı anlayabildiniz umarım...

bakın, "boğazlardan para kazanamıyoruz" diye ciyaklayan sevgili reisçiler, akp'li arkadaşlar.
boğazlardan para kazanamayışımızın sebeplerinden biri "düşük altın frank kuru ile geçiş ücreti" uygulayan adnan menderes ve demokrat parti.
ikinci sebep ise anap ve turgut özal.
yani sizin reisin ölüp bittiği adamlar yüzünden para kazanamıyoruz.
anlatabildim mi?

şimdi biz boğazlardan para kazanamıyoruz, az kazanıyoruz ya.
bu kurnazlar araştırmış bulmuş bu altın frank olayını 2011'de gündeme getirmiş.
enerji bakanı taner yıldız "altın frank'a geçeceğiz" diyor.

dönemin başbakanı tayyip erdoğan "çılgın" kanal istanbul projesini açıklıyor.

akp'nin altın frank açıklaması: 7 ocak 2011.
akp'nin kanal istanbul açıklaması: 27 nisan 2011.

yani akp, boğazlardan geçiş gelirlerinin arttırılmasının pek mümkün olmadığını anlıyor ve 4 ay sonra apar topar çılgın proje açıklıyor.

sanırım para-gelir olayına da yeterince değindik.
bunu da geçelim.

bir başka husus da kanal istanbul'un güzergahı ve ekolojik denge sorunu.
önce kanal istanbul'un güzergah haritasına bir bakalım.

haritada görülen 1 numaralı bölge dünyanın en birinci çılgın projesi olan ve kıskanılan 3. havalimanı.
2 ve 3 numaralı bölgeler de yerleşim nüfusunun oldukça yoğun olduğu bölgeler.

şimdi, yazının başında değindiğimiz, boğaz geçişinde tehlike arz eden tanker geçişleri bu 3 bölge için tehlike arz etmeyecek mi?
mazallah, kanal istanbul'dan geçen dev bir tankerin kaza yapması, patlaması durumunda bu 3 bölge felakete açık değil mi?
misal bir tanker kazası olunca yükselen simsiyah dumanlar 3. havalimanı trafiğini tehlikeye atmayacak mı?
ya da çıkan duman ve zehirli gazlar 2 ve 3 numaralı bölgelerdeki halkın sağlığını tehdit etmeyecek mi?

hükümet diyor ki;
"çılgın proje ekolojik dengeyi bozmaz..."

bunu diyen kişi veysel eroğlu.
yani antik kent için "birkaç yüzyıl daha toprak altında kalsa ne olur?" diyen, "dünyanın en çevreci bakanı benim" diyen, "nasa da kim? biz onlardan iyiyiz" diyen, "heslerin bir zararı yok" deyip, sonra "biz hesler konusunda hata yaptık" diye itiraf eden bir bakan.

yani böyle bir bakan, ekolojik denge bozulmaz diyorsa, kesinlikle o ekolojik denge bozulur.
kaldı ki uzman raporları da kanal istanbul'un ekolojik dengeyi tahrip edeceği yönünde.

kısaca anlatmaya çalıştığım üzre,
(evet ancak bu kadar kısa oldu, uzamasın diye çevre konusuna giremedim bile detaylı olarak)
kanal istanbul'un bize maliyetten başka bir katkısı olmayacak sevgili arkadaşlar.
bize yük, bize masraftan başka bir katkısı olmayacak bu proje başlamadan derhal durdurulmalıdır.
bunun da en kolay yolu sanırım 24 haziran seçimleri...

hayırlı seçimler...

8 Haziran 2018 Cuma

7 Haziran 2018 Merkez Bankası Faiz kararları ve sonuçları.



en büyük sorunumuz istediğimiz cevaplar için doğru soruları soramamamız. soru sormak, aslında birisinden bir şey istemekten farksız değil mi? ki “elde edemeyeceğin hiçbir şey yok yeter ki istemesini bil” diye bir söz var çok sevdiğim. neyse gaz ve tozdan geliyorum farkındayım, o yüzden fazla bulanmadan dilim döndüğünce bir işletmeci olarak ülkenin içinde bulunduğu faiz-enflasyon sarmalını bunun günlük hayata etkisini basit düzeyde anlatmaya çalışacağım.

enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artmasıdır. yani fiyat artışı sürekli olacak ki enflasyon olsun ok?

iktisadi literatürde 2 tür enflasyon vardır.

1) talep enflasyonu 2) maliyet enflasyonu

adı üzerinde bir tanesi fazla arzu edilen malın fiyatının artması diğeri ürünü veya hizmeti oluşturan girdi maliyetlerinin artması.

şimdi bu durumda eğer ortada bir talep enflasyonu varsa mb faiz arttırarak borçlanma maliyetlerini yükseltir ve talebi düşürür; yani kredi kartı faizinin arttığını dolayısıyla alacağınız şeyin daha maliyetli olmasından dolayı almamanızı (mb’nın sizi vazgeçirdiğini) düşünün. bu tip bir durumda faiz ile enflasyon arasında ters korelasyon vardır yani faiz artarsa enflasyon düşer. ok mi?

tersi durumda ise(maliyet şeysi) faiz arttığında enflasyon da artacaktır. niye mi? faiz arttığında halihazırda zaten yüksek olan ve buna istinaden artan girdi maliyetlerine bir de borçlanma maliyetlerinin artışı eklenecektir ki (çifte kavrulmuş lokum gibi düşünün) adam üretmek için daha çok para harcayacak bu da ürün veya hizmetin fiyatını iyice yükseltecektir.

(tam yerine rast geliyoruz sıkı durun)

doğru soruları soracaktık değil mi?

1996 asya krizinde yerle yeksan olan güney kore o günden bugüne gsmh’sını %1000 gibi hayvani bir şekilde nasıl büyüttü?

güney kore yüksek teknolojiye yatırım yaparak ülkedeki iş gücünün üretime katılımını en üst düzeyde ve verimli kıldı. marjinal faydası yüksek (katma değerli) ve sürekli gelişime açık bir yatırım stratejisiyle değerli dünya markaları yarattı ve sattı (samsung,hyundai)

peki biz neden çekik gözlü abiler gibi olamıyoruz?

2008-2013 yılları arasında amerikan merkez bankası bütün dünyaya harcasın diye para saçtı, faizleri indirebildiği kadar indirdi. bu hem 2008 den sonra düşen talebi canlandırmak hem de yatırım yapmak isteyenlerin önünü açan yeni dünya için önemli bir adımdı. bir çok ülke tıpkı güney kore gibi bu parayı alıp teknolojiye, dönüştürebilir enerjiye yatırırken (çin) biz “ betona “yatırdık ve günlük yaşantımızın tüm gereksinimlerini ihraç eder olduk. ihtiyaçlarımızdan kastım olmazsa öleceğimiz şeyler(cep telefonu, araba, kıyafet, vs) ve ölmeyeceklerimiz de var (saman,pirinç, domates vs) bahsediyorum. özetle aklınıza gelen her şeyi dışarıdan alıp tükettik. şiştikçe şişen yedikçe doymayan, ya da alış veriş bağımlısı bir kadının yaptığı gibi o kredi kartı limitini dibine kadar bir daha paraya çevrilemeyecek şeylere harcadık. ve borçlandık, deli gibi borçlandık. o borçları ödemek için paraya çok ihtiyacımız oldu, 2013 ten itibaren değirmenin suyu kesilince de o para! bulunmaz oldu.

peki ne bu para?

dolar arkadaşlar. dünyanın para birimi ve bizim o borçları kapatabilmek için buna bir eroinmanın “mala” ihtiyacı olduğu gibi “ihtiyacımız” (talebimiz) var.

ne dedik bir şeye talep artarsa o yükselir. kaldı ki önce den gelen öyle bir borç sarmalı var ki bırak vadeli borçlarımız için forward döviz taleplerini şu anda kısa vadede ihtiyaç duyduğumuz doları bile bulamıyoruz.

sermaye bir işletmenin (devletin) devam edebilmesi için olmazsa olmaz şarttır ve biz sermayeyi yedik. faiz arttırımları zamanında yapılmadığı için bu sarmala girilmedi (eksik olur) bir zamanlar var olan sermaye doğru yerlere kanalize edilmediği ve siyasi çıkarlardan dolayı faiz baskılandığı (dolayısı ile bir zamanlar var olan sermaye de kaçtığı) için buralardayız. gidişat seçimlerden sonra çok derin bir krizin son sürat geldiğini yansıtmaktadır. hepimize geçmiş olsun.



bazı sorular ve cevapları:


hangi faiz arttı?
merkez bankası'nın bankalara para verdiği başlıca kanal olan haftalık repo ihalesi faiz oranı %1,25 oranında arttı.


bu faiz artışı diğer faizleri nasıl etkiler?
en başta bankaların maliyeti artacağı için diğer faizler de artacak. mesela konut kredisi faizleri yükselecek.


bu karar döviz fiyatını nasıl etkiler?
döviz fiyatlarındaki artışın nedenlerinden biri, siyasetin faiz oranlarının düşürülmesi yönündeki baskısı ve merkez bankasının bu baskıya boyun eğmiş olduğu görüntüsü idi. merkez bankası çılgınca faiz artırarak "ben bağımsız hareket ediyorum" mesajı vermiş oldu. bu dövizi düşürücü etki yapıyor. ayrıca türkiye'de faiz artınca, bu faizden faydalanmak için yurt dışından para girişi olur. bu da kuru düşürücü etki yapar. ancak döviz fiyatı şu anda pek çok farklı parametreden etkileniyor.


bu karar borsayı nasıl etkiler?
normalde faiz artışı ekonomiyi yavaşlatıcı bir etki yaptığından, faiz artışlarının borsayı düşürmesi beklenir. ancak bazı başka sebeplerden ötürü ilk tepki borsanın yükselmesi oldu.


bu artış ekonominin genelini nasıl etkiler?
faiz artarsa krediler azalır, tüketim daralır, yatırım harcamaları ertelenir. sonuçta büyüme olumsuz etkilenir. yani gelirin düşecek, işten atılma riskin artacak, maaşına zam alamayacaksın. (burada bir soru da ben sorayım: peki neden herkes faizin yükselmesini bu kadar istiyor?)


bu artışın enflasyona etkisi ne olur?
faiz artışı talebi olumsuz etkileyeceğinden enflasyonun düşmesi beklenir. ayrıca faiz artışı döviz kurlarını da düşüreceğinden fiyat artışları sınırlanmış olur. (yani ithal fiyatı düşeceğinden alacağın cep telefonu daha ucuz olacak ama kazancın da düşeceği için o telefonu yine alamayacaksın.)


faiz artınca rte gider mi?
belki gider ama nedeni faiz artırımı olmaz. seçime iki hafta kaldı. para politikası kararlarının 6-9 ay içinde etkisini gösterdiği kabul görüyor. bundan sonra alınacak kararlar seçimi etkilemez.

31 Mayıs 2018 Perşembe

İstanbul'un Fethi Gerçekte nasıldı?

Her sene coşku ile kutladığımız fetih acaba nasıl  gerçekleşti


önce biraz olayın geçmişi
bizans taa 6.yy'dan beri orta asyadaki türklerden haberdar ama asıl heyecan selçuklularla başlıyor. selçuklular bizans imparatorluğuyla pek papaz olmak istemiyorlar, fakat bizansla iyi ilişkiler içinde olan mısır ve suriyedeki fatimilere karşı mücadele etmek için abbasilerin bağdata davetini de kaçırmıyorlar. işte bu ikilem sırasında alparslan efendi, imparator romen diyojen'in hareketinin fatimilerle kurulmuş bir ittifak olma ihtimalini düşünerek malazgirt'e doğru yollanıyor. oysa bizans’ın asıl derdi sınır boylarında akınlar düzenleyip duran türk gruplarını dağıtmak ve korkutmak. yani iki tarafın da saldırgan olmadığı bir durumda savaş göz göre göre, alparslan da allah allah diye geliyor, ben de lan yapmayın etmeyin diyerek bakıyorum ve evet, alparslan yeniyor.
kendisi suriye'ye dönüyor ama türk beylikleri ve gaziler fırsattan istifade anadolu'ya iyice yayılıyorlar. (bu gaziler, savaşta yaralanan dedeler değil, din adına savaşan sınırdaki kontrolsüz savaşçılar, zamane şövalyeleri gibi) selçuklular kılıç arslanı bu gazileri kontrol altına almak için yolluyorlar ve bizansa pek bulaşmıyorlar ama 1243’teki moğollar selçukluları hacemat edince bu merkezi yapılanma da yok oluyor. karamanlılar ve germiyanoğulları gibi bazı beylikler bu selçukluların devamı olduklarını iddia ededursunlar (günün fiili, ededurmak, bitişik mi ayrı mı onu dahi bilemedim), sınırdaki gazilerin bu pek umrunda olmuyor.

peki bu aralar bizansın durumu nasıl?
hamdolsun, sizleri sormalı. (dayanamadım ülen napayım) 11. yy’a kadar istanbul hala önemli bir kuvvet ve roma imparatorluğunun mirasını hakkıyla devam ettiriyor. zaten onlar kendilerini bizans diye ayrı bir imparatorluk olarak görmüyorlar, bu daha sonra tarihçiler tarafından yakıştırılmış bir ayrım. fakat bu yüzyıldan başlayarak hem batıdan baskı yiyor hem de doğudan türklerin göçüyle sürekli toprak kaybediyor bizans. 1204 yılında da meşhur dördüncü haçlı seferi, mısıra gitmek için yola çıkıp borç batağına saplanıyor ve hristiyanlık uğruna çıktıkları yolculuğu, günün anlam ve ehemmiyetine uygun biçimde avrupanın ve hristiyanlığın en zengin şehri istanbulu ele geçirip yağmalayarak noktalıyorlar.

hatta araştırdığım linklere göz gezdirirken haberim oldu, papa hem 2001 hem de 2004 yılında, yani hem seferin başlangıcının hem de istanbul'un 3 günlük korkunç yağmasının yıldönümünde ortodokslardan özür dilemiş. ben de yeni haberim olmasına rağmen özrünü kabul ediyorum, büyüklük bizde kalsın.
haçlıların bu hareketinin etkisi büyük oluyor, imparator ancak 50 sene sonra iznikten geri dönebiliyor başkentine; ticaret yolları, ekonomik yapılar değişiyor kalıcı biçimde değişiyor. taa 1400'lerde bile şehrin nüfusu ancak 100 bin ve azalıyor. oysa 12. yy’da 1 milyondu. artık bu tarihlerden sonra imparator, yunan dünyasındaki birkaç prensten fazlası değil; trabzonda ayrı bir imparatorluk var, cenevizliler ve venediklilerin kontrolü artmış, vs. avrupalı güçler arasında daha da aciz; uzun süre boyunca hemen kuzeydeki sırbistan krallığının bizansı yutma ihtimali epey yüksekmiş.
işte bu şartlar altındaki bizansa komşuluk eden gazilerden biri de osman efendi. tabii bu osman beyin geçmişi hakkında binbir türlü efsane var ama hepsi osmanlı güce kavuşunca ortaya çıkıyor, saftirik olmayın, inanmayın. adam bildiğin sınır savaşçısı işte. osman’ın küçük beyliğinin avantajı yeri; hem ticaret açısından hem de bizansın yanında olduğu için diğer gazilere kariyer imkanı sunması açısından. geriye bakıldığında bizans’ın izleyebileceği iyi bir strateji, bu sınır topraklarını boşaltıp, deniz kuvvetine ağırlık vermek olabilirmiş.
  
ikinci bölüm
osman bey'in son günlerinde bursa kuşatılıyor ve sonra ele geçiriliyor, izole edilmiş birçok diğer şehir ve kasaba gibi. 1341 yılında da bizansta iç savaş çıkıyor, bir tarafta çocuk-imparatoru temsil edenler bir tarafta da john çantacuzenus; ikisinin de paralı askerleri arasında türkler var, fakat john efendi osman'ın oğlu orhan’ın askerlerini seçiyor (seni seçtim orhan), orhan da john’un kızı karşılığında 6000 adamını yolluyor. (abazalıktan değil tabii, politik strateji, ya da ikisi de). iç savaşı kazandıktan sonra aynı türkleri sırplara karşı kullanıyor ve bu süreç içinde bizimkiler yavaş yavaş trakya'dan toprak alıp yayılıyorlar. orhan, daha önce hafif süvariden ibaret olan orduyu genişletiyor, piyade birlikleri kuruyor, maaşlı askerler çoğalıyorlar. ve bir yunan kadından olan oğlu birinci murat göreve geliyor.
1373’te murat’ın oğluyla bizans imparatorunun oğlu ortak bir darbe girişimi yaparlarken babaları bunu öğreniyor ve murat’ın askerleri durumu kurtarıyorlar. bunun karşılığı olarak imparator manuel efendi, muratın yanında asyadaki son bizans şehri olan philadelphia'yı (heee, amarığadakinden) kuşatmaya katılmak zorunda kalıyor.
uzun süredir bizansın felaket senaryolarında başrolde bulunan sırp krallığı düşhan efendinin ölümünden sonra ikiye bölünmüş, sırpların türklere karşı tampon olarak kullanmak yerine aşağılamayı seçtiği bulgarların yardımıyla türkler bu iki krallığı da haraca bağlamış. 1387’de, sırplar bize karşı bir ittifak kurarak ilk ve tek galibiyetlerini alıyorlar ama kısa sürede murat kosovada bunları dize getiriyor. hem de ölüyken. benim duyduğum iki hikaye var, birincisi bizim hep duyduğumuz, hani savaş alanında gezerken, mağrur mağrur dolaşırken bir sırpın bir bahaneyle gelip adamı hançerlemesi. ikincisi de savaş alanında değil de çadırının içinde dururken, bir sırp istihbarat vereceğim diye yaklaşıyor ve sakladığı hançeriyle, hançer ne işe yararsa onu yapıyor, oracıkta da öldürüyor. muratın oğlu birinci bayezit olanları galibiyetin ertesine kadar ordudan gizliyor, zafer kesinleşince ve ortalık durulunca da hemen kardeşini boğdurarak koltuğu sağlama alıyor. ha bir de sırp kralını babasının öldürüldüğü çadırda çabucak idam ediyor.


30 yıllık yönetimi boyunca murat, osman ve orhan'ın sahip olduğundan çok daha büyük bir güce sahip, dolayısıyla onların aksine bir kral gibi takılmayı, gösterişli törenleri severmiş. kendisi gibi, oğlu bayezit'in de annesi bir yunan olabilirmiş ama öyleyse bu gülçiçek, kendi annesi nilüferin aksine bir köle olmalıymış.
yıldırım bayezit babası kadar iyi bir komutan olmasa da bugünkü yunanistan'ın büyük kısmını vassal haline getiriyor, sonra sırp kralına gidip “bundan sonra senin unvanın kral değil despot olacak” diyor. bunu dediği adamın babası, bayezit tarafından murat’ın çadırında öldürülmüştü hatırlayalım. üstüne adamcağız kendi kızkardeşini bayezit'in haremine yollamak zorunda bırakılıyor. dediğim gibi hiç uğraşılacak adam değilmiş bu yıldırım.
zaten iki dakka yerinde rahat duramadığı için gidip bizans "co-imparatoru" 7. john’dan (o ara diğer imparator da 2. manuel), istanbulu koşulsuz teslim etmesini talep ediyor. imparator “biz zayıf olabiliriz ama tanrıya güveniyoruz, bizi koruyacak ve en güçlüleri bile koltuklarından edecektir” diye cevap veriyor, yıldırım da mesaj kağıdını buruşturup çöpe atıyor, fakat isabet ettiremeyince sinirlenip istanbulu kuşatmaya geliyor. tam bu sırada da hakikaten tanrının bizansa bir lütfü olarak timur çıkageliyor, önüne geleni yakarak yıkarak. kendisi bizansla iletişim halinde ki, yıldırımdan işgal ettiği hristiyan topraklarını geri vermesini istiyor, yıldırım da hakaret dolu bir cevap verip, kuşatmayı kaldırarak ankara’daki randevuya geliyor. timur bunu fena benzetmiş anlaşılan, öyle ki savaş alanında kaçmadan disiplinli biçimde savaşmaya devam eden tek birlik, despot stephanın sırp birliğiymiş. hatta stephan, yıldırımın en büyük oğluyla onun bir kardeşini bile kurtarmış. bu da tarihin sayısız ironilerinden biri.
  
üçüncü bölüm
görüldüğü üzere bizimkiler çoktan istanbulu ele geçirmeyi akıllarına koymuşlar, bizansın geleceği parlak değil. önce sırp krallığı sonra müslümanlar/türkler derken adamlar tüm iç kaynaklarını tüketmişler. özellikle bizim beyliklerin 12.yy'dan itibaren anadoluyu paylaşmaları bizansın en büyük asker kaynağı olan toprakların yok olması demek, o yüzden salt paralı askerlere dayanıyorlar ve bu da hem çok pahalı hem de yeterli değil.
uzun dönemde olası stratejiler, avrupalı kuvvetlerle bir savunma anlaşması yapmak ve/veya yunan ortodoks kilisesini latin papalıkla birleştirerek, katoliklerin himayesine girmek. ikincisine elbette halk zerre destek vermiyor, ilkine de avrupalıların pek ilgisi yok, kendi sorunları var. işte bu yüzden meslektaşı yıldırım’ın mektuplarına cevap yazarken, imparator 2. manuel avrupada çıktığı destek turunda gereğinden fazla iyi şans dileği ve gereğinden çok daha az yardım sözüyle karşılaşıyor. tam bu sırada osmanlının ankara savaşında bozguna uğraması ve yıldırımın esir alınışı, bizans için büyük bir fırsat ama osmanlının yeniden dirilip tehlike oluşturması ihtimali, avrupalıların aralarında anlaşıp birleşik bir kuvvet getirmelerini gerektirecek kadar yüksek değil anlaşılan.
timur bursaya kadar gelip başkenti yağmalıyor, osmanlı haremini toptan alıp götürüyor ve bütün bu olaylar sırasında ankara'da ele geçirmiş olduğu yıldırımı bir kafeste gezdiriyor fakat yıldırıma pek de kötü davranılmamış anlaşılan; ertesi sene öldüğünde cesedi bursaya götürülüyor evine gömülmesi için. timur da semerkand'a dönmüş ve çin’i işgal etme planları yaparken oluvermiş. timur'un buralara kadar gelip etrafı dümdüz etmesinin önemi sadece bizansın bir fırsat kaçırmış olması değil. anadolu'dan kaçan binlerce türk avrupaya göç etmiş ve bazı kayıtlara göre anadolu'daki türk nüfusu avrupadakinden daha az kalmış. tabii bu göç, gemilerini fahiş fiyatlarla servise sunan cenevizlilerin kesesine yaramış.
yıldırımın ölümünü takıp eden taht mücadelesinde, sırpların kurtardığı yıldırımın büyük oğlu süleyman, bizansla müttefik oluyor fakat kardeşi musa onu ve sponsoru olan sırpları şiddetle bastırıyor. bunun üzerine musa’nın zulmünden bıkan sırplar, onunla anlaşamayacaklarını anlayan bizanslılar ve bazı türkler, en genç kardeş mehmeti destekliyorlar. çelebi mehmet bu sayede tahta çıkıyor. barışçıl bir politika güdüyor ve bizans ımparatoru 2. manuelle kişisel bir dostluk kuruyor. bursa’daki yeşil camii ile hatırlanan zati muhterem 1421’de oluyor ve yerini kendisi gibi barışçıl bir adam olan ikinci murata bırakıyor.
fakat kader bu adamı asker yapmaya zorluyor çünkü artık 2. manuel yaşlı ve daha agresif bir politika güden oğlu 8. john’un ekibinin (bunlarda başka isim yok) sözü geçiyor. 1422’de 2. murat istanbulu kuşatıyor ama duvarları aşamayınca, 13 yasındaki kardeşini kullanarak anadoluda isyan çıkaran germiyan ve karaman emirlerinin üzerine yürüyor, sonra gerisin geri balkanlara.
2. Murat
1430’da 2. murad selanik'i ele geçirince, bizansta göt tutuşması tabir edilen bir fenomen gerçekleşiyor ve sonunda latin dünyasının yardımını alabilmek için roma’da, kiliseleri birleştiren ve idari birtakım değişiklikler öngören bir anlaşma imzalıyorlar. fakat anlaşma hem büyük halk tepkisine hem de politik bölünmeye yol açtığından yürürlüğe konulamıyor; boru değil sonuçta, 1000 yıldır ortodoks kültürünün merkeziyken bir gecede insanlar bunu değiştiremezler. bizansın işi ister istemez ağırdan alması yüzünden, papalık da hala mesafeyi koruyor; onların amacı avantajlı durumlarını kullanarak kontrol alanını genişletmek tabii. ek olarak diğer ortodoks ülkelerin de bizansa tepkisi büyük oluyor, patriarch'a bağlı olan ama bizans topraklarında yaşamayan yüksek din adamlarının dörtte üçünün desteği bir hareketle kaybedilmiş oluyor doğal olarak. yani bir bakıma bizans, romadaki pirince giderken eldeki bulgurdan oluyor.
zaten bu sıralarda kiliselerin birleşmesi yerine osmanlının yönetimini kabul etmek isteyen yunanlılar da çoğalmış. herkesin bildiği "latin serpuşu yerine türk sarığı görmeyi yeğlerim" sözü de, biraz yanlış da olsa bu bağlamda akla geliyor. sözün sahibi lucas notaras, son bizans megaduxu (mega doux), resmen olmasa da pratikte başbakanlığa tekabül eden bir pozisyon bu. yanlış bağlam olmasının nedeni, notaras'ın aslında epey pragmatik bir insan olması ve tek derdi ortodoks muhafazakarları fazla üzmeden, papalıkla mümkün olduğu kadar arayı iyi tutmak. bu doğrultuda da roma’da yapılan lobi çalışmalarına uzun süredir katılıyormuş zaten. fakat bu politikaları imkansızlaşınca iki taraf da ondan nefret ediyor ve onu kendi propagandalarında şeytanlaştırıyorlar; bu yüzden de bu son ve en meşhur bizans megadux'unu tarih, yalnızca bu sözlerle hatırlıyor.
2. murat selanik'i ele geçirdikten sonra balkanlardaki akınları durdurmaya çalışırken, belgrad'ta durduruluyor. bundan cesaretlenen macaristan kralı, sırpların ve bizansa biraz şeker uzatmak isteyen papanın yardımlarını yanına alarak, karamanlılarla koordineli biçimde saldırıyor. 2. murat önce anadolu'da karamanlıları yeniyor, sonra da balkanlara uçuyor ama saatlerimiz haziran 1444’u gösterirken karşılaşan iki büyük ordu, yeterli avantaja sahip olmadıklarını düşünerek savaşmaktan vazgeçiyor. iki tarafın lideri kendi kutsal kitaplarına ellerini koyup barışı 8 sene mi 10 sene mi ne bozmayacaklarına yemin etmişler.
murat geri döndükten sonra, papanın gönderdiği birliklerin komutanı olan kardinal, “kafire edilen yemin yeminden sayılmaz” diyerek macarları gaza getiriyor ve ordu anlaşmayı saniyesinde bozarak tuna nehrini geçiyor. kahpe bizans bu noktada delikanlılığın kralını yaparak, kardinalı şerefsizlikle suçluyor ve imparator 8. john bu macar ordusuna yardım etmeyi reddediyor. sırplar da geri çekiliyorlar ve bu sayede 1444’teki varna savaşında, murat düşmanı 3’e 1 oranında bir sayısal üstünlükle ezerek, hem macar kralını hem de kardinalı öldürüyor. yıllardır kafa dinlemek için bekleyen 2. murat fırsat bu fırsat diyerek yarı emekliliğe geçiyor ve başa 12 yasındaki oğlu mehmet’i getiriyor.
2. Mehmet
  
dördüncü bölüm
murat'ın kritik bir durumda emekli olup yerini genç mehmete bırakması hiç hoş karşılanmıyor, mehmet’in yaşına başına bakmadan sergilediği dikkafalılık da pek yardımcı olmayınca, murat geri dönmek zorunda kalıyor. yazık adama, bir nefes alamadı. gelir gelmez 1448’de kosova'da ikinci kez macarları eziyor ve anadolu'da kim var kim yoksa hepsini vassal yapıyor.
2. murat'ın en büyük numarası yeniçerilerin, her hristiyan aileden alınabilmesini sağlaması ve eğitimlerinin düzenlenmesi. taa 2000 sene öncesindeki spartalıları andıran bir şekilde yetişiyor bu çocuklar; evlerde değil asker barakalarında yaşıyorlar, evlenmiyorlar, sultanı ve komutanlarını babaları olarak görüyorlar, vs... manyak oluyorlar kısaca. muratın bu uygulamayı yaygınlaştırması bile hristiyan nüfusun ondan nefret etmesini sağlamamış, birçok aile buna dünden razı. muratın da kişisel olarak hristiyanlarla arası iyiymiş, sırp karısına aşıkmış adam zaten. hatta 2. murat ölünce kadın trabzona geri yollanıyor (trebizond’daki rum krallığı o zaman) ve daha sonraları, taze taze taht mücadelesi veren son imparator constantine, onunla evlenmeye çalışıyor (üvey oğlu 2. mehmet üzerindeki etkisi yüzünden) ama kadın reddediyor ve bir daha evlenmeden, başka biriyle beraber olmadan rahibe hayatı yaşıyor. artık bunu murat’a olan aşkından mı yapmış bilmem.
2. mehmet, 2. muratın istediği varış değilmiş çünkü bir köleden doğmuş; murat daha asıl karılarından olan bir çocuğunu tercih edeceği için mehmet’in de eğitimi epey eksik kalmış. fakat diğer varisler beklenmedik biçimde ölünce, murat başını bir kürt hocanın çektiği bir eğitimci ordusu tutarak oğlunu kısa sürede adam etmeye karar vermiş. söylenilene göre arapça, latince, farsça ve ibranice konuşmayı öğrenmiş (ben de çüş dedim ama belli olmaz, bunlar bizim gibi tek dille yetişmiyorlardı zaten), felsefe ve bilim çalışmış. fakat murat’ın ilk emeklilik denemesinde, mehmetin kendini beğenmişliği özellikle ordunun ileri gelenlerini kıl ettiğinden, murat ölünce herkes topluca kıllanıyor, osmanlının rakipleri topluca seviniyorlar. mehmet’in zayıf ve yeteneksiz olduğunu düşünüyorlar, o da onları şüphelendirmeyerek babasının anlaşmalarını aynen onaylıyor, hatta bizansı işgal etmeyeceğine dair yemin bile ediyor resmi şekilde.
bazı yunanlılar fırsattan istifade etmek için fransa kralından medet umuyorlar ama o oralı olmuyor. papalık da, hala floransada imzalanmış olan kiliselerin birleştirilmesi hakkındaki anlaşmanın istanbulda yürürlüğe konmamış olmasına misilleme olarak talepleri sallamıyor.


fakat mehmet bir yandan da izin mizin almadan rumeli hisarının inşaasına başlıyor, halbuki büyük dedesi bayezit anadolu hisarını yaparken manuel’den izin istemişti. imparator konstantin defalarca elçi gönderip “ne iş?” diye soruyor ve yanıt alamayınca en sonunda sinirlenip, istanbuldaki bütün türkleri tutuklatıyor. sonra bunun nafile olduğunu görüyor ve türkleri bırakıyor ama mehmet çoktan başdanışmanı gibi bir konumda bulunan halil efendiye, tırıvırı bir sebep eşliğinde istanbulu işgal edeceğini açıklamış. konstantin de artık hanyayı konyayı anladığından, ardı ardına birkaç elçi daha yollayarak, en azından boğazdaki köylerin güvenliğinin garanti edilmesini istiyor ama son gönderdiği elçi grubu önce zindana atılıp sonra da kafaları kesilince savaş durumuna geçiyor. (elçi kafası kesmenin diplomaside en öküz şekilde savaş açma yolu olduğunu biliyor muydunuz?)
halil efendi, mehmetin babasının da danışmanlığını yapmıştı ve işgale tamamen karşıydı. bizansla iyi ilişkileri vardı, onların politik olarak güçleri olmadığını savunuyordu, istanbulla ticaret halindeki çevrelerle de arası iyiydi. fakat genç mehmet bizansın papalıkla ilişki kurarsa politik olarak çok güçlü olabileceğini düşünüyor ve savaşı yeğleyen, çünkü oradan geçinen danışmanlarının gazıyla işgale girişiyor, ilk iş olarak boğaz’a ilk ogs sistemini kuruyor. para ödemeye yanaşmayan bir iki venedik gemisini ıskaladıktan sonra, hisarlar üçüncü venedik gemisini batırıyorlar.
bu venedik ve cenevizlilerin durumu da ilginç. istanbulda kolonileri var ve hem hristiyan din kardeşleriyle beraber yaşıyorlar, hem de osmanlılarla karlı bir ticaret ilişkileri var. tabii karşı koyacak askeri güçleri de olmadığından türkleri provoke etmemek için tarafsız kalmayı düşünüyorlar. sonuçta papalık ve venedik, kuşatma haberini duyunca, e bari yardım edelim diyorlar ama saçma sapan tartışmalarla o kadar vakit kaybediyorlar ki, son gemi, kuşatma başladığı gün yola çıkıyor. ülkelerinin politikasına uygun olarak istanbul'daki venedik kolonisi yunanlılara yardım edeceğini açıklıyor. 700 cenevizli de yardıma geliyor ama pera'daki ceneviz kolonisi tarafsız kalıyor. bu gelen cenevizli grubun içinde meşhur bir "kuşatma savunmacısı" da var (zamanının en gözde mesleği) ama bir o kadar italyan da bir gece gizlice istanbuldan kaçıyor. bu tavukları başka izleyen olmuyor.
bu arada tabii balkanlar boşta kalıyor ama murad zamanında macarları öyle bozmuş ki adamlar bu avantajı değerlendiremiyorlar. wallachia (bugünkü romanya gibi) da tek başına isyan etmek istemiyor. sırp despotu ise bırak isyanı, kuşatmaya bir birlik bile gönderiyor! (bu ünlem, sırplar da ortodoks kuşatılan bizans da ünlemi).
  
beşinci bölüm
donanmamızın yanında orduda yaklaşık 80 bin düzenli savaşçı, 20 bin civarı düzensiz birlikler, birkaç on bin de savaşçı olmayan destek birlikleri, aşçılar, hizmetçiler, vs. düzenli birliklerin içinde yeniçerilerin ağırlığı 12 bin kadar, hepsi hristiyan olarak doğmuş ve tabii ki en fanatik olanlar da onlar. asıl kozumuzsa asker sayısından ziyade toplar.
şimdi öğretmen kılığına girmiş hangi gerizekalıydı hatırlamıyorum ama bu zat fatihin dünyanın ilk topunu bu kuşatmada kullandığını, hatta dizaynını kendi yaptığını filan anlatmıştı bizlere. top dediğin alengirli boru zaten avrupada 100 senedir filan kullanılıyormuş ama pek etkili değil, kuvvetli olanlar çok ağır olduklarından gemilere de monte edilemiyorlar zaten. istanbulun surlarını aşacak etkili toplar yapmak için urban denen macar mühendisi tutuyoruz. bu adam aslında 1452'de istanbula bizans imparatoru için çalışmaya gelmiş ama para ve iş olmadığı için kaderin bir cilvesi olarak bize geliyor. sultan mehmet de ona razı olacağının, yani imparatorun veremediğinin, 4 katını vererek ne kadar kurnaz bir tüccar olduğunu kanıtlıyor. adamı denemek için çok büyük bir top yaptırıyor, memnun kalınca şimdi bunun iki katını yap bakalım diyerek dünyanın en hayvanı topunu sipariş ediyor. edirne'de deniyorlar 1 millik menzili olan topu, denemeden önce de halka haber veriyorlar korkmayın gürültüden diye. birkaç yüz kişilik bir birlik bu topun bakımına ve taşınmasına atanıyor.
şehri savunan kuvvetler ise 5 bin yunanlı ve 2 bin de yabancı. hemen kuşatma öncesinde yapılan resmi bir sayımdan alınmış rakamlar, yalnız imparator bu rakamları duyunca halkın morali bozulmasın diye açıklamaktan vazgeçiyor. kuşatma başlayınca yukarda belirttiğim kuvvetlerimizi yunanlılar 300 bin, cenevizliler 150 bin civarında hesaplamışlar, o yüzden imparatoru kararından dolayı tebrik ederim.
bombardıman avrupa tarafından başlıyor (kuşatma bitene kadar da hiç durmuyor). aslında başka taraf da yok zaten de hani belki boğazın karşısından da atıyorlar mı diyenler olabilir. büyük top günde sadece 7 kez ateş edebiliyor ve şehir halkı duvarları gece gündüz onardığından hemen bir sonuç alınamıyor. bu arada bombardımandan önce birkaç tutukluyu surlardan görünecek şekilde kazığa oturtmuşuz, savunmacıların morali bozulsun diye. bunu da hiç anlamam, önümde biri kazığa oturtulursa teslim olacağım varsa da olmam ulan. hani “türkler tutuklulara surların önünde ziyafet verdi; tatlılar her mahkuma, boğaz manzaralı arazi tapuları üstünde servis edildi” filan denilse anlayacağım.


bombardımandan sonraki ilk hücumda 200 türk ölüyor, yunanlılara göre onlarda kayıp yok. bu bizim ilk gidenlerin doğru düzgün zırhı yok, savunmacılar ise hazırlıklı. sonra haliç'e gerilmiş zincir zorlanıyor gemiler tarafından, ondan da sonuç alınamıyor. bu arada papalığın parasını ödediği, erzak ve cephane dolu üç büyük ceneviz ve bir yunan gemisi istanbula ulaşıyor; kuşatmanın en kritik dakikaları bunlar çünkü fatih bu gemilerin batırılması ya da geri döndürülmesi için kesin talimat vermiş. sonuçta şehirdeki surlar sayesinde adam kıtlığı pek önemli değil de yemek kıtlığı çok ciddi, bizim de bunu kullanmamız lazım. ne kadar gemi varsa bu üç geminin etrafını sarmışlar, onları haliçe sokmamaya çalışıyorlar, fatih de maç izler gibi atının üstünde kıyıdan izliyor ve çok heyecanlı olduğundan sağa sola taktikler veriyor. ama denizcilikten anlamadığı ve verdiği emirler anlamsız olduğu için bizim kumandan onu duymamış gibi yapıyormuş. fatih o kadar gaza geliyormuş ki sık sık atını suya sürüp duruyormuş gemilere gidecekmiş gibi. gençlik işte.
bizim amiral göt korkusuyla çok cesurca ve manyakça savaşmış ama ceneviz gemileri daha yüksek olduklarından tepeden fırlattıkları şeyler bizim gemileri kolayca batırıyormuş. tabii adamlar doğma büyüme denizci olduklarından, hem gemileri hem de mürettabatları daha iyi. fakat bizim gemiler battıkça yerine yenisi geliyor ve saatler süren savaş sonunda cenevizliler yorulmaya başlıyorlar. bir noktada osmanlı gemilerinin sıkıştırmasıyla, 4 gemi de yan yana gelip yapışarak büyük bir yüzen kale oluşturuyorlar. bütün şehir halkı kaderlerini belirleyecek bu mücadeleyi surlardan izliyor ve tam umutsuzluğa düşmüşlerken, günün sonunda kuvvetli bir rüzgar çıkıveriyor ve ceneviz gemilerinin çevrelerini sarmış ufak osmanlı gemilerini iterek kurtulmalarını ve haliçe girmelerini sağlıyor.
yunanlılar öyle gaza geliyorlar ki çarpışmada 10 bin müslümanın öldüğünü, kendilerinin ise hiç kayıp vermediklerini açıklıyorlar. daha aklıbaşında bir tahmin ise 100'e karşı 23 kayıp. fatih ise (aslında daha fatih matih değil tabii, bildiğin mehmet, ikincisi hem de) sinirden ve disiplinin korunması için "tiz vurun şu amiralin kellesini" diyor ama amiralin subaylarının ifadeleri sonucu adamın hayatı kurtuluyor. zaten gözünden yaralanmış, gazi olmuş. bunun üstüne adamın her türlü unvanı, ayrıcalığı ve varlığı elinden alınıyor ve hayatının geri kalanını bilinmeyen bir yerde fakir fukara olarak geçiriyor. bu da çok fantastik geliyor bana, sen kalk zamanının sembolik de olsa en önemli şehrinin kuşatmasında, bir asır sonra süpergüç olacak bir askeri kuvvete komuta et, ertesi gün bir hiçkimse ol, öldün mü kaldın mı kimsenin haberi olmasın. vefa o aralar istanbulda bir semt adı bile değil.
  
altıncı bölüm: fatih in gemileri karadan yürütmesi hadisesine geliyoruz
bazıları bunun gerçekleşmediğini, gemileri oracıkta yapıp haliç'e indirdiğimizi söylüyorlar. zaten burada gemi dediğin de ufacık şeyler, hatırlayalım. fakat yabancı kaynakların dahi çoğunda karadan yürütmeden bahsediliyor bildiğim kadarıyla. elbette bize şişirile şişirile anlatıldığı gibi değil. ilkin bu fatihin orjinal fikri falan değil, çok uzun zamandır denizci ulusların yaptığı birşey. hatta çok yakın bir zamanda venedikliler lombardiya diyarlarında savaşırlarken, donanmalarını karadan yürütmüşler; yani bir ihtimalle bir italyanın tavsiyesiyle girişilmiştir. yelkenleri filan da açmış bizimkiler, artık rüzgarla daha kolay gitsin diye mi, dalga geçmek için mi bilemem.
tabii bu iş yunanlıların moralini bozuyor ama yine bize anlatıldığı gibi kuşatma dengesini bir anda altüst etmiyor. hatta bu gemiler biraz zayıf durumdalar ve yunanlılar bunu değerlendirmek için geceleyin gizli bir saldırı yapmayı planlıyorlar. karanlıkta araya sızacak birkaç gemiyle ateşe verecekler donanmayı. fakat plan bir gün gecikince cenevizlilerin kulağına gidiyor, onları da bu işe ortak etmek gerekiyor. fakat onların bir gemi hazırlaması birkaç gün daha sürüyor ve sultanın peradaki casuslarından biri olayı öğreniyor. türkler cinlik yapmak için haberleri yokmuş gibi davranıyorlar ve gemiler donanmaya doğru yollandığında peradan birileri bir fener ışığı çakıyor (ampulle tabii, neon hem de) gemiler tam yaklaşmışken karadan bizim toplar ateşe başlıyorlar. gün ağarana kadar çarpışma sürüyor ve yunanlılar bir şekilde geri çekilmeyi başarıyorlar ama arada bir gemi batıyor ve 40 kadar denizci yüzerek karaya çıkıyor. tabii çıkmasalar daha iyi olurmuş çünkü bizimkiler hava iyice aydınlanana kadar bekliyorlar sonra da surlardan görünecek şekilde hepsini öldürüyorlar. yunanlılar da zaten saldırılarının ise yaramamasına da dellenmişler, 260 tutuklunun kafasını kesiyorlar surların üstünde.


kuşatma sürdükçe şehirdeki yemek sıkıntısı had safhaya çıktığından, papa ile venediklilerin söz vermiş oldukları kuvvetli filoyu iyice merak etmeye başlıyor yunanlılar ve hızlı ufak bir gemi yolluyorlar filoyu bulmak için. imparator bu gemiden haber beklerken, sultan iyice sabırsızlanmış, tüneller kazdırıyor, ahşap kuleler yaptırıyor surlara dayamak için, saldırılar düzenliyor. bu iki kara saldırısı da püskürtülüyor ama daha kötüsü, tünel savaşları esnasında (yunanlılar da karşıdan tünel kazıp, bizimkilerle çakıştırınca ya içeri şu basıyorlar ya da yıkıyorlar) bir osmanlı tüneli basılıp, kıdemli bir asker rehin alınıyor. eleman da işkence sırasında tek tek tüm tünellerin yerini anlatıyor ve ertesi gün hepsi yok ediliyor. hatta büyükçe bir tanesinin girişi, fatih'in yaptırttığı o ahşap kulelerin tekinin altında çıkıyor. o kuleler de yıkılıyor.
fakat yunanlıların bu ufak tünel zaferini elde ettikleri günün akşamı, gönderdikleri hızlı gemi civar adalardan dönüyor; ortada filo yok yardım yok, tek başlarınalar. bu geminin mürettabına da ayrıca saygı duymak lazım. herifler adalarda demirlemiş, düzgün rüzgar bekleyen veya oyalanan bir filo görmeyince, yani artık istanbulun düşmesinin an meselesi olduğunu farkedince, basıp italyaya kaçabilirlerdi. anlatılana göre içlerinden sadece birisi bunu önermiş ve istanbula dönüş yolculuğunda can sıkıntısını geçirmek için mürettabatın geri kalanı mütemadiyen adamı dövmüş. zaten bunlar elleri boş dönünce herkes çökmüş ama imparator mürettabatı bizzat tebrik etmiş döndükleri için.
imparatora gelince, konstantinin de şehirden kaçma imkanı var bu şekilde bir gemiyle. zaten millet artık felaket tellallığını azıtmış, omenlere, bulutların şekline filan bakıp “yarın olmadı öbür gün biteriz” gibi yorumlarda bulunmaya başlamışlar. meğer bu eski kehanetlerde istanbulun ve imparatorluğun düşüşü anlatılıyormuş ve herkes o anın geldiğini düşünmeye başlamış. dolayısıyla imparatorun yanındakiler, onun kaçarak avrupada destek bulup şehre geri saldırmasını, olmazsa yönetimini sürgünde devam ettirmesini filan söyleyip duruyorlar. muhtemelen kendi got korkularındandır. ama imparator, giderse şehrin savunmasının zayıflayacağını ve moralin çökeceğini düşünerek halkını yalnız bırakmıyor.

osmanlı cephesinde de sabırsızlık had safhada. mayısın sonunda kuşatma 7. haftasına girmiş, ardı ardına gelen yenilgiler milleti şüpheye düşürmüş. sultan mehmet de tüm prestiji kaybetme ve isyan tehlikesine karşın, çekilmeyi göze alamıyor. savaşa karşı olan halil paşa sesini tekrar yükseltse de sultan’ın diğer danışmanları son bir genel saldırıdan yanalar ve mehmetin de duymak istediği zaten bu. yunanlılar da durumu anlıyorlar ve saldırıdan önceki günler şehirde durmadan kilise çanları çalıyor, törenler yapılıyor, latin ve yunan herkes birbirine veda edip, bir nevi haklarını helal ediyorlar. osmanlı kampı ise son gün sessizlik içinde...(in in in innnn)
  
yedinci bölüm
29 mayıs günü daha geceyken sanırım, bizimkiler genel saldırıyı başlatıyorlar ve gemilerden savunmacıları her yönde oyalamak için saldırılar yapılıp, merdivenler dayatılırken, surların bombardımanla en fazla zayıflatılmış bölgesine asıl hücum gerçekleştiriliyor ve önce başıbozukları yolluyorlar. bunlar bildiğin serseri, it kopuk. içlerinde yunan bile varmış. başıbozuklar ganimet aşkıyla saldırdıklarından ilk şokları genelde çok etkili oluyor ama disiplinsiz olduklarından, savunma kaçmaz da savaşmaya devam ederse bunlar dağılıyorlar. bunu bilerek mehmet, arkalarından askeri polis görevinde bir takım özel birlikler yolluyor, kaçanları kessinler diye. savunmacılar daha iyi silahlanmış olduklarından bunları yeniyorlar. ikinci dalga, anadolu türklerinden oluşuyor. bunlar başıbozuklardan daha kuvvetliler ve neredeyse surların zayıf noktalarını yarıyorlar ama yunanlılar bunları da püskürtüyor. (püskürtmek ne kadar komik bir kelimeymiş bu arada ya, inanmayan tane tane ve sesli olarak tekrarlasın kelimeyi. olmazsa bir iki kadeh bir şeyler içsin öyle denesin)
savunmacılar iyice yıpratılınca sultan en değerli birliklerini, yani yeniçerileri yolluyor. diğerleri gibi koşarak hebele hübele diye gelmiyor bunlar, sakin sakin ve kusursuz bir düzen içinde ilerliyorlar. saatlerce kılıç sallayıp yorulduktan sonra böyle 10 bin kişinin üstüme doğru geldiğini görsem altıma ederdim korkudan. şimdi düşününce bile bir iki damla kaçırdım donuma. neyse bunlar savaşa başlıyorlar, ölen arkadaşlarının üstüne tırmanıp devam ediyorlar, böyle de manyakça bir sahne var. savunmacılar neredeyse insanüstü bir gayretle bu yeniçerilere de bir müddet dayanıyorlar ama o sırada kerkoporta denen bir kapının, muhtemelen önceki günlerdeki bir akının ardından doğru düzgün kapatılmadığı fark ediliyor ve oraya çullanılıyor. topu topu 50 kadar yeniçeri girebiliyor içeri, savunmacılar da oraya kayıyorlar ama bu sırada yunanlılar için daha büyük bir felaket oluyor: giustiniani –kariyerini kuşatma savunması üstüne yapmış cenevizli kumandan- patlayan bir topun şarapneliyle göğsünden yaralanıyor. savaşın ortasında bulunan ve durumu gören imparatorun ısrarlarına rağmen, surlarda kalmak yerine adamlarına kendini bir gemiye götürmelerini emrediyor. savaşın bu kritik anında, çekilen güruhu gören diğer cenevizliler de artık savaşın kaybedildiğini düşünüp komutanlarıyla birlikte çekilmeye başlıyorlar. osmanlı kumandanları hareketlenmeyi fark ediyorlar ve birlikleri zayıflayan bölgelere yönlendiriyorlar.


söylenilene göre ulubatlı hasan savunmayı aşan ilk adam ama öldürülüyor. adını bilmemizin nedeni ise, istanbula ilk giren askere, söylenilene göre, cennette özel bir yer vaadedilmiş olması. milletin büyük bir gazla cesetlerin üstüne tırmanıp ölüme gitmesinin nedeni bu zaten.
kalan yunanlılar için artık savaşı kazanmanın imkânı kalmıyor, savunma bir kere delindi mi sayı üstünlüğü sayesinde yeniçeriler akın akın içeri doluşuyorlar. imparator da artık her şeyin kaybedildiğini idrak ediyor ve gerçekten çok acıklı bir şekilde, yanındaki asillerle beraber atından iniyor, imparatorluk insigniasını ve zırhını çıkararak herhangi bir askerden farksız bir halde kılıcını çekip gelen kalabalığın üstüne atılıyor. onu bir daha gören olmuyor.
kuşatmadan sonra tabii adamın sonu hakkında binbir hikaye ortaya çıkmış, birkaç kesik kafa imparatorun kafası diye sunulmuş ama birşey belli değil. daha sonra oluşturulan bir arama timi, birçok ceset arasında, imparatorluğun simgesi olan çiftbaşlı kartal armalı bir çoraba sahip başsız bir ceset buluyor ve kesinlik kazanmasa da bu ceset gömülmek üzere yunanlılara teslim ediliyor. (denilene göre yıllar önce vefa semtinde isimsiz bir mezar bulunmuş ve adamın mezarı olduğu iddia edilmiş, haberi olan var mı yahu).
bu arada inanılmaz ama istanbul'un içinde sultan mehmete karşı savaşan türkler de var, başlarında da prens orhan diye bir adam. (bunlar kimin nesidir bakmaya üşendim) yakalanınca başlarına neler geleceğini bildiklerinden en ölümüne savaşanlar da bunlar. onların hemen yanında da katalanlar var, eski imparatorluk sarayının hemen alt tarafında; onlar da teslim olmuyorlar ama ardarda gelen binlerce askere karşı koyamıyorlar. sadece bir iki kuleye kendilerini hapsetmiş olan giritliler sağlam kalıyorlar ve bunlar bizimkilere öyle kök söktürüyorlar ki, en sonunda silahları ve eşyalarıyla birlikte istanbuldan sağsalim çıkma izni karşılığında teslim oluyorlar, bizimkiler de sözlerinde durup bu cesur adamları salıveriyorlar.
sivillere ve kalan askerlere gelince, direniş kırıldıktan sonra beklenmeyecek kadar fazlası gemilere binip kaçabiliyorlar çünkü kuşatmanın başında, dikkat dağıtmak için surlara saldıran gemiciler, ordunun içeri girmesiyle ganimetin kalmayacağını düşünerek gemilerini bırakıp şehre giriyor. halbuki biraz sabredip gemilere saldırsalar, kaçanların tüm eşyalarını ganimet, kendilerini de köle olarak alabilirlerdi.

  
sekizinci bölüm
istanbulun yağması biraz acayip. normalde düşman teslim olmadığı zaman 3 günlük bir yağma izni veriliyor, teslim olursa dokunulmuyorlar. istanbul sonuçta teslim olmamış ama şehrin birçok girişi ve farklı bölümleri var. 1 milyonluk şehir bir iki asırda 50 bine, kuşatmadan sonra da allah bilir kaç bine düşünce bu bölümlerin arasında boşluklar oluşmuş ve her biri ayrı bir mini şehir olmuş. yani eğer ayrı bir “semt” işgalcilere kolaylık göstermişse, bunun haberi sultana gider, o da beraberinde özel polislerini yollayarak o kısmı korumaya alabilir. bazı yerlerdeki kiliselere ve evlere dokunulmaması, diğer bölgelerde ise yağmadan bırak 3 günü, ilk günün sonunda bile bir şey kalmaması böyle açıklanabilirmiş.
dolayısıyla o kilise yağmalamalar, rahibeleri çıkarıp tecavüz etmeler filan belli bölgelerde ve ilk saatlerde yaşanmış, ondan sonra yağmalanacak yerler iyice belli olmuş, milleti gazi durulmuş, fatihin adamları yerlerini almış ve yaklaşık 4000 cesetten sonra sivil öldürme bitmiş. hayrına değil tabii, yağma yapılacak yerdeki her sivil köle sayılıyor, köle de para demek. bazı yerlerde yağmalanan evlerin kapısına işaret konulmuş, bu ev boşaltıldı çoktan şansınıza küsün demek için.
fakat işin daha ilginç yanı, askerlerin azıttığı bölgelerde bile dokunulmamış bazı yapılar var. şehrin ikinci büyük kilisesi bunlardan biri. bunun tek açıklaması, fatih’in, önceden kurtarmak istediği bazı yapıları seçip, ilk anda oraya adamlarını göndermiş olması. örneğin ayasofyayı cami yapacağına karar vermişse ve şehri ele geçirdikten sonra yunanlıları tümden katletmek veya kovmak yerine onların desteğini ve ticari bağlantılarını kullanmak istiyorsa, yapacağı ilk şeyin ikinci büyük kiliseyi onlara saklamak olması doğal. o da binayı korumakla yetinmemiş, içerdeki hazineye de dokundurtmamış. [istanbul'un hristiyanlarına fatihin tanıdığı ayrıcalıklar ve verdiği kiliseler, sonraki sultanlar tarafından yavaş yavaş geri alınmaya çalışılıyor. mesela sultan selim hristiyanların zorla islamı kabul etmeleri gerektiğini ortaya atmış, vezir tarafından sakinleştirilince bu sefer kiliselerinin alınmasını düşünmüş. psikoposluk da 3 tane 100’üne merdiven dayamış eski yeniçeri bulup yeminli ifade verdirtmiş mehmet’in politikaları hakkında ve sultan selim bunu kabul etmiş]


fatih ilk günün sonunda yağmayı durdurduğunda kimse şikayet etmeye lüzum görmüyor. şehre akşama doğru girmeyi tercih ediyor, yani düzen sağlandıktan ve ortalık temizlendikten sonra. sonuçta istanbulun adına yakışır bir şekilde, film gibi bir şekilde şehre girmesi lazım, bunun sonuna kadar bilincinde. ayasofyaya giriyor ve hasarları görünce sinirlenip, yağmanın binaları kapsamadığını söylüyor. burada samimi mi, yani bunun kendi emrine rağmen pratikte mümkün olacağını sanmış mı yoksa sadece önemli binaları mı kastetmiş bilmem, çok önemli de değil, tıpkı şehirde dolaşırken gözlerinin sulanıp, “ne biçim bir şehri yağmaya ve yıkıma verdik” diyerek iç geçirmesi anektodu gibi. ayasofya’da saklanan birkaç rahibin güvenliğini garanti ederek dışarı çıkmalarına izin veriyor, ertesi gün de bütün ganimetin paylaşım için toplanmasını emrediyor. tabii bütün derken askerlerin çaktırmadan aşırdıkları dışında. bu ganimetten kendi payını ve taktik nedenlerden ötürü yağmaya katılmalarına izin verilmeyen birliklerinin payını alıyor.
bütün asillerin bulunmasını ve güvenliklerinin sağlanarak serbest bırakılmalarını emrediyor (bazı güzel asil kız ve erkek çocuklar hariç) fakat ilk günlerdeki bu muhtemelen taktiksel olan tolerans kısa sürüyor, fetihten 5 gün sonra bir düzine yunan asil idam ediliyor. italyan ve katalan asiller ise direkt öldürülüyorlar.
savaş sonrası köle pazarı kuruluyor ve esir alınanlar, pera'daki veya istanbul'un dokunulmamış bölümlerindeki tanıdıklarına, fahiş fiyatlardan satılıyor. toplanan erkek çocuklardan 400'ü mısır ve tunus'taki diğer müslüman liderlere hediye olarak yollanıyor. (ya da herbirine 400’er, unuttum şimdi).
  
dokuzuncu bölüm - oldu da bitti maşallah
savaşın bitimini izleyen günlerde başka birçok ilginç olay yaşanıyor. mesela işgal anındaki hengâmede kaçan bir kardinal, kıyafetini bir dilenciye vermiş. dilenciyi gören ve şehre yeni girmiş gazlı askerler onu öldürüp kafasını kesmişler, kardinalse yağma bitene kadar saklanıp hayatta kalmış ve sonra birinin kölesi olmuş. peradan gelen bir tüccar da ertesi gün köle pazarında adamı tanıyınca, onu dilenci sanan sahibinden yok pahasına satın alıyor domates alır gibi. tabii sonra serbest bırakıyor kardinalı, domatesi serbest bırakamazsın. (ama bırakmalısın, eğer dönerse zaten senin domatesindir, dönmezse…)
osmanlılara karşı savaşan prens orhan da çok iyi yunanca konuştuğu için bir ortodoks rahibi kılığında paçayı kurtartmaya çalışıyor ama yanındaki esirlerden biri gerçek kimliğini ispiyonlayınca oracıkta kafasını kesiyorlar. kimse artık o ispiyoncu, tam bir puştmuş. savaşın ortasında göğsünden yaralanıp geri çekilmek isteyen guistiniani ise yakınlardaki bir adada, bir iki gün içinde yaralarından ölüyor. cenevizliler tarafından bir kahraman olarak anılıyor, diğerleri ise onu saygıdeğer bir kumadan ama nihayetinde bir kaçak olarak hatırlıyorlar.
şehirden kaçan venedikliler, kayıplarını telafi etmek ve önceki yardımlarını finanse etmek için gemilerindeki yunanlıların mallarına el koyuyorlar ve sultana mesaj göndererek, aralarındaki ticaret anlaşmalarının bozulmasına gerek olmadığını bildiriyorlar. pera ise “gönüllü” olarak sultanın kontrolüne girmek suretiyle bir miktar özerk kalıyor; hristiyan şehri olduğundan orada saray görevlileri dışında müslümanların yaşamaları yasaklanıyor. artık boğazlar osmanlının kontrolünde olduğundan, 50 sene içinde de karadenizdeki diğer ceneviz kolonileri de teker teker boyun eğiyorlar. 1461’de de son yunan başkenti olan trabzon alınıyor.
istanbulun düştüğünün haberini ceneviz gemileri süratle yayıyorlar. hatta papalığın ve venedikin gecikmeli yolladıkları yardım filosu da, istanbula gitmek için düzgün bir rüzgar beklediği ege adalarındayken haberleri bu ceneviz gemilerinden alıyor.


tahmin edeceğiniz gibi kuşatmaya hep karşı çıkmış olan halil paşa daha sonraları görevinden alınıyor ve ağustosta idam ediliyor. mehmet zaten ona eskiden beri gıcıktı, babasının ilk emekliliği sırasında murat’ın geri dönmesini en çok savunanlardan biri olduğu için. artık eski saygınlığını da yitirdiğinden, “bizans için çalışıyordu” suçlamasıyla intikam almak kolay olmuştur.
istanbulun alınmasıyla macarlarla yapılan balkan savaşlarında iyice üstünlük sağlanıyor, bu arada savaş alanına dönen sırbistan perişan oluyor tabii. rusya ise zaten bu kiliselerin birleşmesi kararına karşıydı ve bizans düşünce ortodoksluğun gerçek merkezi olduklarını iddia ettiler. halbuki fatih de ünvanları arasına rum kayserini, yani roman caesar’ı eklemiş, kendini bu kültürün devamı olarak görmüş. ama tabii muscovy krallığı o aralar bize uzak ve önemsiz olduğundan fatih onları pek sallamıyor.
fetihten kaçan bizans alimlerinin italyaya yerleşip rönesansa neden oldukları anlayışı ise her önemli olaydan kendine pay çıkarma hastalığının bir belirtisi olsa gerek çünkü zaten fetihten önceki yüzyılı yunanlı alimler ve sanatçılar italyaya yerleşerek geçiriyorlar. buna ek olarak rönesansı bizanslılara maletmek de ayrıca yanlış.
neyse, sultan mehmet megadux’un öldürülmesinden sonra biraz acele biçimde bir patriarch seçiyor ve bu yunan milletinin başı oluyor, onlar için bir de “anayasa” hazırlanıyor. kısa sürede fatihin istediği şekilde şehir canlanıyor; müslümanlara ek olarak trabzondan 5000 rum ailesi getiriliyor ve nüfus 100 sene içinde 500 bine dayanıyor. ama tabii hiçbir zaman bizansın zirvesindeki gibi bir etkinliğe sahip olamıyor istanbul, kendi eski seviyesine ulaşsa bile avrupa karanlık çağdan çoktan çıkmıştı.


26 Nisan 2018 Perşembe

Excel de Sayfa Koruması Nasıl Kaldırılır? Google drive kullanarak


                 Elinize bir Excel geçti içerisinde değişiklik yapmanız gerekiyor ancak korumalı olduğundan dolayı işlem yapamıyorsunuz..O kadar veriyi tekrardan elle girmek de pek işimize gelmiyor.

Ne yapmalı ne etmeli bir oyunbozanlık bir şeytanlık bu beraberlik nasıl olacak.? Centilmence mi yaklaşmalı Familyasıyla mı tanışmalı bir bilene mi danışmalı kısmında size ben yardımcı olmaya çalışacağım



Excelde sayfa koruma ve parola kaldırma için genelde makro kullanılır. Ben de yine makro kullanarak bu işin üstesinden geldim. Excelde hazırladığım bu tablo zamanla alakalı olduğu için geçmiş zaman ve ilerki zamanları sayı olarak veriyor. Bu işe emek harçadığım için tablodaki hücreleri, grafikleri,sayfayı korumaya aldım ve birde parola yerleştirdim. Yaptığım bu excel tablosunu xlsx olarak google drivere yükledim. Yarayışlı bir tablo olduğu için herkese faydası dokunacağını bildiğim için insanlar bilgisyarına ofis programı ya da program kurmadan online olarak excel üzerinden google driver vasıttası ile takip etmeleriydi. Google drivere yüklenen excel tablomdaki sayfa koruma,hücre koruma yok ve formüller gözüküyor. Hiç farkında olmadan google driverin excel bu özelliğini yok saydığını gördüm. Google driver excelde sayfa koruma ve parolayı kaldırıyordu.
Ama uyarayım formüllerde değerler ondalık sayı yada az çıkabilir. Bu yüzden excel tablonuzu tekrar gözden geçirin.
Bu işi başkalarınının excel tablosunun bilgileri almak için değilde kendi amaç ve tüm insanların faydası için yapmak, paylaşıldığını bilmenizi bütün kalbimle bilmenizi isterim.
Şimdi gelelim google drivere ile excel sayfa koruma ve parola kaldırma işlemini anlatmaya.
Google drivere giriş yapalım. Yeni butonuna tıklayalım. Dosya yükleye kısmından excel dosyasını bilgisayarımızdan seçip aç yapıp yükleme yapalım. Ekranınızın sol tarafında dosya yüklendi uyarısı alırız. Yüklediğimiz dosyaya çift tıklayalım. Karşımıza gelen ekranda ekranın en üstünde birlikte aç kısmına tıklayın. Alt alta açılan menüden google e-tabloları seçelim. Açılan ekranda yani google drive ekranında online internet ortamında excel sayfa koruma, hücre koruma,grafik koruma parola diye bir şey olmayacaktır. Her hangi bir hücreye tıkladığımızda formüller gözükecektir.
Şimdi ise bu excel tablosunu bilgisayarımıza indirelim. Üst menüden dosya+farklı indir+microsoft excel (xlsx) seçip excel tablosunu sisteminize indirmiş oluruz.
Excel sayfa korumasını ve parolasını kaldırma aşağıdaki bulut sitelerinde olmuyor.