önce biraz olayın geçmişi
bizans taa 6.yy'dan beri orta asyadaki türklerden haberdar ama asıl heyecan
selçuklularla başlıyor. selçuklular bizans imparatorluğuyla pek papaz olmak
istemiyorlar, fakat bizansla iyi ilişkiler içinde olan mısır ve suriyedeki
fatimilere karşı mücadele etmek için abbasilerin bağdata davetini de
kaçırmıyorlar. işte bu ikilem sırasında alparslan efendi, imparator romen
diyojen'in hareketinin fatimilerle kurulmuş bir ittifak olma ihtimalini
düşünerek malazgirt'e doğru yollanıyor. oysa bizans’ın asıl derdi sınır
boylarında akınlar düzenleyip duran türk gruplarını dağıtmak ve korkutmak. yani
iki tarafın da saldırgan olmadığı bir durumda savaş göz göre göre, alparslan da
allah allah diye geliyor, ben de lan yapmayın etmeyin diyerek bakıyorum ve
evet, alparslan yeniyor.
kendisi suriye'ye dönüyor ama türk beylikleri ve gaziler fırsattan istifade
anadolu'ya iyice yayılıyorlar. (bu gaziler, savaşta yaralanan dedeler değil,
din adına savaşan sınırdaki kontrolsüz savaşçılar, zamane şövalyeleri gibi)
selçuklular kılıç arslanı bu gazileri kontrol altına almak için yolluyorlar ve
bizansa pek bulaşmıyorlar ama 1243’teki moğollar selçukluları hacemat edince bu
merkezi yapılanma da yok oluyor. karamanlılar ve germiyanoğulları gibi bazı
beylikler bu selçukluların devamı olduklarını iddia ededursunlar (günün fiili,
ededurmak, bitişik mi ayrı mı onu dahi bilemedim), sınırdaki gazilerin bu pek
umrunda olmuyor.
peki bu aralar bizansın durumu nasıl?
hamdolsun, sizleri sormalı. (dayanamadım ülen napayım) 11. yy’a kadar
istanbul hala önemli bir kuvvet ve roma imparatorluğunun mirasını hakkıyla
devam ettiriyor. zaten onlar kendilerini bizans diye ayrı bir imparatorluk
olarak görmüyorlar, bu daha sonra tarihçiler tarafından yakıştırılmış bir
ayrım. fakat bu yüzyıldan başlayarak hem batıdan baskı yiyor hem de doğudan
türklerin göçüyle sürekli toprak kaybediyor bizans. 1204 yılında da meşhur
dördüncü haçlı seferi, mısıra gitmek için yola çıkıp borç batağına saplanıyor
ve hristiyanlık uğruna çıktıkları yolculuğu, günün anlam ve ehemmiyetine uygun
biçimde avrupanın ve hristiyanlığın en zengin şehri istanbulu ele geçirip
yağmalayarak noktalıyorlar.
hatta araştırdığım linklere göz gezdirirken haberim oldu, papa hem 2001 hem de
2004 yılında, yani hem seferin başlangıcının hem de istanbul'un 3 günlük
korkunç yağmasının yıldönümünde ortodokslardan özür dilemiş. ben de yeni
haberim olmasına rağmen özrünü kabul ediyorum, büyüklük bizde kalsın.
haçlıların bu hareketinin etkisi büyük oluyor, imparator ancak 50 sene
sonra iznikten geri dönebiliyor başkentine; ticaret yolları, ekonomik yapılar
değişiyor kalıcı biçimde değişiyor. taa 1400'lerde bile şehrin nüfusu ancak 100
bin ve azalıyor. oysa 12. yy’da 1 milyondu. artık bu tarihlerden sonra
imparator, yunan dünyasındaki birkaç prensten fazlası değil; trabzonda ayrı bir
imparatorluk var, cenevizliler ve venediklilerin kontrolü artmış, vs. avrupalı
güçler arasında daha da aciz; uzun süre boyunca hemen kuzeydeki sırbistan
krallığının bizansı yutma ihtimali epey yüksekmiş.
işte bu şartlar altındaki bizansa komşuluk eden gazilerden biri de osman
efendi. tabii bu osman beyin geçmişi hakkında binbir türlü efsane var ama hepsi
osmanlı güce kavuşunca ortaya çıkıyor, saftirik olmayın, inanmayın. adam
bildiğin sınır savaşçısı işte. osman’ın küçük beyliğinin avantajı yeri; hem
ticaret açısından hem de bizansın yanında olduğu için diğer gazilere kariyer
imkanı sunması açısından. geriye bakıldığında bizans’ın izleyebileceği iyi bir
strateji, bu sınır topraklarını boşaltıp, deniz kuvvetine ağırlık vermek
olabilirmiş.
ikinci bölüm
osman bey'in son günlerinde bursa kuşatılıyor ve sonra ele geçiriliyor,
izole edilmiş birçok diğer şehir ve kasaba gibi. 1341 yılında da bizansta iç
savaş çıkıyor, bir tarafta çocuk-imparatoru temsil edenler bir tarafta da john
çantacuzenus; ikisinin de paralı askerleri arasında türkler var, fakat john
efendi osman'ın oğlu orhan’ın askerlerini seçiyor (seni seçtim orhan), orhan da
john’un kızı karşılığında 6000 adamını yolluyor. (abazalıktan değil tabii,
politik strateji, ya da ikisi de). iç savaşı kazandıktan sonra aynı türkleri
sırplara karşı kullanıyor ve bu süreç içinde bizimkiler yavaş yavaş trakya'dan
toprak alıp yayılıyorlar. orhan, daha önce hafif süvariden ibaret olan orduyu
genişletiyor, piyade birlikleri kuruyor, maaşlı askerler çoğalıyorlar. ve bir
yunan kadından olan oğlu birinci murat göreve geliyor.
1373’te murat’ın oğluyla bizans imparatorunun oğlu ortak bir darbe girişimi
yaparlarken babaları bunu öğreniyor ve murat’ın askerleri durumu kurtarıyorlar.
bunun karşılığı olarak imparator manuel efendi, muratın yanında asyadaki son
bizans şehri olan philadelphia'yı (heee, amarığadakinden) kuşatmaya katılmak
zorunda kalıyor.
uzun süredir bizansın felaket senaryolarında başrolde bulunan sırp krallığı
düşhan efendinin ölümünden sonra ikiye bölünmüş, sırpların türklere karşı
tampon olarak kullanmak yerine aşağılamayı seçtiği bulgarların yardımıyla
türkler bu iki krallığı da haraca bağlamış. 1387’de, sırplar bize karşı bir
ittifak kurarak ilk ve tek galibiyetlerini alıyorlar ama kısa sürede murat
kosovada bunları dize getiriyor. hem de ölüyken. benim duyduğum iki hikaye var,
birincisi bizim hep duyduğumuz, hani savaş alanında gezerken, mağrur mağrur
dolaşırken bir sırpın bir bahaneyle gelip adamı hançerlemesi. ikincisi de savaş
alanında değil de çadırının içinde dururken, bir sırp istihbarat vereceğim diye
yaklaşıyor ve sakladığı hançeriyle, hançer ne işe yararsa onu yapıyor, oracıkta
da öldürüyor. muratın oğlu birinci bayezit olanları galibiyetin ertesine kadar
ordudan gizliyor, zafer kesinleşince ve ortalık durulunca da hemen kardeşini
boğdurarak koltuğu sağlama alıyor. ha bir de sırp kralını babasının öldürüldüğü
çadırda çabucak idam ediyor.
30 yıllık yönetimi boyunca murat, osman ve orhan'ın sahip olduğundan çok daha büyük bir güce sahip, dolayısıyla onların aksine bir kral gibi takılmayı, gösterişli törenleri severmiş. kendisi gibi, oğlu bayezit'in de annesi bir yunan olabilirmiş ama öyleyse bu gülçiçek, kendi annesi nilüferin aksine bir köle olmalıymış.
yıldırım bayezit babası kadar iyi bir komutan olmasa da bugünkü
yunanistan'ın büyük kısmını vassal haline getiriyor, sonra sırp kralına gidip
“bundan sonra senin unvanın kral değil despot olacak” diyor. bunu dediği adamın
babası, bayezit tarafından murat’ın çadırında öldürülmüştü hatırlayalım. üstüne
adamcağız kendi kızkardeşini bayezit'in haremine yollamak zorunda bırakılıyor.
dediğim gibi hiç uğraşılacak adam değilmiş bu yıldırım.
zaten iki dakka yerinde rahat duramadığı için gidip bizans
"co-imparatoru" 7. john’dan (o ara diğer imparator da 2. manuel),
istanbulu koşulsuz teslim etmesini talep ediyor. imparator “biz
zayıf olabiliriz ama tanrıya güveniyoruz, bizi koruyacak ve en güçlüleri bile
koltuklarından edecektir” diye cevap veriyor, yıldırım da mesaj
kağıdını buruşturup çöpe atıyor, fakat isabet ettiremeyince sinirlenip
istanbulu kuşatmaya geliyor. tam bu sırada da hakikaten tanrının bizansa bir
lütfü olarak timur çıkageliyor, önüne geleni yakarak yıkarak. kendisi bizansla
iletişim halinde ki, yıldırımdan işgal ettiği hristiyan topraklarını geri
vermesini istiyor, yıldırım da hakaret dolu bir cevap verip, kuşatmayı
kaldırarak ankara’daki randevuya geliyor. timur bunu fena benzetmiş anlaşılan,
öyle ki savaş alanında kaçmadan disiplinli biçimde savaşmaya devam eden tek
birlik, despot stephanın sırp birliğiymiş. hatta stephan, yıldırımın en büyük
oğluyla onun bir kardeşini bile kurtarmış. bu da tarihin sayısız ironilerinden
biri.
üçüncü bölüm
görüldüğü üzere bizimkiler çoktan istanbulu ele geçirmeyi akıllarına
koymuşlar, bizansın geleceği parlak değil. önce sırp krallığı sonra
müslümanlar/türkler derken adamlar tüm iç kaynaklarını tüketmişler. özellikle
bizim beyliklerin 12.yy'dan itibaren anadoluyu paylaşmaları bizansın en büyük
asker kaynağı olan toprakların yok olması demek, o yüzden salt paralı askerlere
dayanıyorlar ve bu da hem çok pahalı hem de yeterli değil.
uzun dönemde olası stratejiler, avrupalı kuvvetlerle bir savunma anlaşması
yapmak ve/veya yunan ortodoks kilisesini latin papalıkla birleştirerek,
katoliklerin himayesine girmek. ikincisine elbette halk zerre destek vermiyor,
ilkine de avrupalıların pek ilgisi yok, kendi sorunları var. işte bu yüzden
meslektaşı yıldırım’ın mektuplarına cevap yazarken, imparator 2. manuel
avrupada çıktığı destek turunda gereğinden fazla iyi şans dileği ve gereğinden
çok daha az yardım sözüyle karşılaşıyor. tam bu sırada osmanlının ankara
savaşında bozguna uğraması ve yıldırımın esir alınışı, bizans için büyük bir
fırsat ama osmanlının yeniden dirilip tehlike oluşturması ihtimali,
avrupalıların aralarında anlaşıp birleşik bir kuvvet getirmelerini gerektirecek
kadar yüksek değil anlaşılan.
timur bursaya kadar gelip başkenti yağmalıyor, osmanlı haremini toptan alıp
götürüyor ve bütün bu olaylar sırasında ankara'da ele geçirmiş olduğu yıldırımı
bir kafeste gezdiriyor fakat yıldırıma pek de kötü davranılmamış anlaşılan;
ertesi sene öldüğünde cesedi bursaya götürülüyor evine gömülmesi için. timur da
semerkand'a dönmüş ve çin’i işgal etme planları yaparken oluvermiş. timur'un
buralara kadar gelip etrafı dümdüz etmesinin önemi sadece bizansın bir fırsat
kaçırmış olması değil. anadolu'dan kaçan binlerce türk avrupaya göç etmiş ve
bazı kayıtlara göre anadolu'daki türk nüfusu avrupadakinden daha az kalmış.
tabii bu göç, gemilerini fahiş fiyatlarla servise sunan cenevizlilerin kesesine
yaramış.
yıldırımın ölümünü takıp eden taht mücadelesinde, sırpların kurtardığı
yıldırımın büyük oğlu süleyman, bizansla müttefik oluyor fakat kardeşi musa onu
ve sponsoru olan sırpları şiddetle bastırıyor. bunun üzerine musa’nın zulmünden
bıkan sırplar, onunla anlaşamayacaklarını anlayan bizanslılar ve bazı türkler,
en genç kardeş mehmeti destekliyorlar. çelebi mehmet bu sayede tahta çıkıyor.
barışçıl bir politika güdüyor ve bizans ımparatoru 2. manuelle kişisel bir
dostluk kuruyor. bursa’daki yeşil camii ile hatırlanan zati muhterem 1421’de
oluyor ve yerini kendisi gibi barışçıl bir adam olan ikinci murata bırakıyor.
fakat kader bu adamı asker yapmaya zorluyor çünkü artık 2. manuel yaşlı ve
daha agresif bir politika güden oğlu 8. john’un ekibinin (bunlarda başka isim
yok) sözü geçiyor. 1422’de 2. murat istanbulu kuşatıyor ama duvarları
aşamayınca, 13 yasındaki kardeşini kullanarak anadoluda isyan çıkaran germiyan
ve karaman emirlerinin üzerine yürüyor, sonra gerisin geri balkanlara.
2. Murat
1430’da 2. murad selanik'i ele geçirince, bizansta göt tutuşması tabir
edilen bir fenomen gerçekleşiyor ve sonunda latin dünyasının yardımını
alabilmek için roma’da, kiliseleri birleştiren ve idari birtakım değişiklikler
öngören bir anlaşma imzalıyorlar. fakat anlaşma hem büyük halk tepkisine hem de
politik bölünmeye yol açtığından yürürlüğe konulamıyor; boru değil sonuçta,
1000 yıldır ortodoks kültürünün merkeziyken bir gecede insanlar bunu
değiştiremezler. bizansın işi ister istemez ağırdan alması yüzünden, papalık da
hala mesafeyi koruyor; onların amacı avantajlı durumlarını kullanarak kontrol
alanını genişletmek tabii. ek olarak diğer ortodoks ülkelerin de bizansa
tepkisi büyük oluyor, patriarch'a bağlı olan ama bizans topraklarında yaşamayan
yüksek din adamlarının dörtte üçünün desteği bir hareketle kaybedilmiş oluyor
doğal olarak. yani bir bakıma bizans, romadaki pirince giderken eldeki
bulgurdan oluyor.
zaten bu sıralarda kiliselerin birleşmesi yerine osmanlının yönetimini
kabul etmek isteyen yunanlılar da çoğalmış. herkesin bildiği "latin
serpuşu yerine türk sarığı görmeyi yeğlerim" sözü de, biraz yanlış da olsa
bu bağlamda akla geliyor. sözün sahibi lucas notaras, son bizans megaduxu (mega
doux), resmen olmasa da pratikte başbakanlığa tekabül eden bir pozisyon bu.
yanlış bağlam olmasının nedeni, notaras'ın aslında epey pragmatik bir insan
olması ve tek derdi ortodoks muhafazakarları fazla üzmeden, papalıkla mümkün
olduğu kadar arayı iyi tutmak. bu doğrultuda da roma’da yapılan lobi
çalışmalarına uzun süredir katılıyormuş zaten. fakat bu politikaları
imkansızlaşınca iki taraf da ondan nefret ediyor ve onu kendi propagandalarında
şeytanlaştırıyorlar; bu yüzden de bu son ve en meşhur bizans megadux'unu tarih,
yalnızca bu sözlerle hatırlıyor.
2. murat selanik'i ele geçirdikten sonra balkanlardaki akınları durdurmaya
çalışırken, belgrad'ta durduruluyor. bundan cesaretlenen macaristan kralı,
sırpların ve bizansa biraz şeker uzatmak isteyen papanın yardımlarını yanına
alarak, karamanlılarla koordineli biçimde saldırıyor. 2. murat önce anadolu'da
karamanlıları yeniyor, sonra da balkanlara uçuyor ama saatlerimiz haziran
1444’u gösterirken karşılaşan iki büyük ordu, yeterli avantaja sahip
olmadıklarını düşünerek savaşmaktan vazgeçiyor. iki tarafın lideri kendi kutsal
kitaplarına ellerini koyup barışı 8 sene mi 10 sene mi ne bozmayacaklarına
yemin etmişler.
murat geri döndükten sonra, papanın gönderdiği birliklerin komutanı olan
kardinal, “kafire edilen yemin yeminden sayılmaz” diyerek macarları gaza
getiriyor ve ordu anlaşmayı saniyesinde bozarak tuna nehrini geçiyor. kahpe
bizans bu noktada delikanlılığın kralını yaparak, kardinalı şerefsizlikle
suçluyor ve imparator 8. john bu macar ordusuna yardım etmeyi reddediyor.
sırplar da geri çekiliyorlar ve bu sayede 1444’teki varna savaşında, murat
düşmanı 3’e 1 oranında bir sayısal üstünlükle ezerek, hem macar kralını hem de
kardinalı öldürüyor. yıllardır kafa dinlemek için bekleyen 2. murat fırsat bu
fırsat diyerek yarı emekliliğe geçiyor ve başa 12 yasındaki oğlu mehmet’i
getiriyor.
2. Mehmet
dördüncü bölüm
murat'ın kritik bir durumda emekli olup yerini genç mehmete bırakması hiç
hoş karşılanmıyor, mehmet’in yaşına başına bakmadan sergilediği dikkafalılık da
pek yardımcı olmayınca, murat geri dönmek zorunda kalıyor. yazık adama, bir
nefes alamadı. gelir gelmez 1448’de kosova'da ikinci kez macarları eziyor ve
anadolu'da kim var kim yoksa hepsini vassal yapıyor.
2. murat'ın en büyük numarası yeniçerilerin, her hristiyan aileden
alınabilmesini sağlaması ve eğitimlerinin düzenlenmesi. taa 2000 sene öncesindeki
spartalıları andıran bir şekilde yetişiyor bu çocuklar; evlerde değil asker
barakalarında yaşıyorlar, evlenmiyorlar, sultanı ve komutanlarını babaları
olarak görüyorlar, vs... manyak oluyorlar kısaca. muratın bu uygulamayı
yaygınlaştırması bile hristiyan nüfusun ondan nefret etmesini sağlamamış,
birçok aile buna dünden razı. muratın da kişisel olarak hristiyanlarla arası
iyiymiş, sırp karısına aşıkmış adam zaten. hatta 2. murat ölünce kadın trabzona
geri yollanıyor (trebizond’daki rum krallığı o zaman) ve daha sonraları, taze
taze taht mücadelesi veren son imparator constantine, onunla evlenmeye
çalışıyor (üvey oğlu 2. mehmet üzerindeki etkisi yüzünden) ama kadın reddediyor
ve bir daha evlenmeden, başka biriyle beraber olmadan rahibe hayatı yaşıyor.
artık bunu murat’a olan aşkından mı yapmış bilmem.
2. mehmet, 2. muratın istediği varış değilmiş çünkü bir köleden doğmuş;
murat daha asıl karılarından olan bir çocuğunu tercih edeceği için mehmet’in de
eğitimi epey eksik kalmış. fakat diğer varisler beklenmedik biçimde ölünce,
murat başını bir kürt hocanın çektiği bir eğitimci ordusu tutarak oğlunu kısa
sürede adam etmeye karar vermiş. söylenilene göre arapça, latince, farsça ve
ibranice konuşmayı öğrenmiş (ben de çüş dedim ama belli olmaz, bunlar bizim
gibi tek dille yetişmiyorlardı zaten), felsefe ve bilim çalışmış. fakat
murat’ın ilk emeklilik denemesinde, mehmetin kendini beğenmişliği özellikle
ordunun ileri gelenlerini kıl ettiğinden, murat ölünce herkes topluca
kıllanıyor, osmanlının rakipleri topluca seviniyorlar. mehmet’in zayıf ve
yeteneksiz olduğunu düşünüyorlar, o da onları şüphelendirmeyerek babasının
anlaşmalarını aynen onaylıyor, hatta bizansı işgal etmeyeceğine dair yemin bile
ediyor resmi şekilde.
bazı yunanlılar fırsattan istifade etmek için fransa kralından medet
umuyorlar ama o oralı olmuyor. papalık da, hala floransada imzalanmış olan
kiliselerin birleştirilmesi hakkındaki anlaşmanın istanbulda yürürlüğe konmamış
olmasına misilleme olarak talepleri sallamıyor.
fakat mehmet bir yandan da izin mizin almadan rumeli hisarının inşaasına başlıyor, halbuki büyük dedesi bayezit anadolu hisarını yaparken manuel’den izin istemişti. imparator konstantin defalarca elçi gönderip “ne iş?” diye soruyor ve yanıt alamayınca en sonunda sinirlenip, istanbuldaki bütün türkleri tutuklatıyor. sonra bunun nafile olduğunu görüyor ve türkleri bırakıyor ama mehmet çoktan başdanışmanı gibi bir konumda bulunan halil efendiye, tırıvırı bir sebep eşliğinde istanbulu işgal edeceğini açıklamış. konstantin de artık hanyayı konyayı anladığından, ardı ardına birkaç elçi daha yollayarak, en azından boğazdaki köylerin güvenliğinin garanti edilmesini istiyor ama son gönderdiği elçi grubu önce zindana atılıp sonra da kafaları kesilince savaş durumuna geçiyor. (elçi kafası kesmenin diplomaside en öküz şekilde savaş açma yolu olduğunu biliyor muydunuz?)
halil efendi, mehmetin babasının da danışmanlığını yapmıştı ve işgale
tamamen karşıydı. bizansla iyi ilişkileri vardı, onların politik olarak güçleri
olmadığını savunuyordu, istanbulla ticaret halindeki çevrelerle de arası
iyiydi. fakat genç mehmet bizansın papalıkla ilişki kurarsa politik olarak çok
güçlü olabileceğini düşünüyor ve savaşı yeğleyen, çünkü oradan geçinen
danışmanlarının gazıyla işgale girişiyor, ilk iş olarak boğaz’a ilk ogs
sistemini kuruyor. para ödemeye yanaşmayan bir iki venedik gemisini
ıskaladıktan sonra, hisarlar üçüncü venedik gemisini batırıyorlar.
bu venedik ve cenevizlilerin durumu da ilginç. istanbulda kolonileri var ve
hem hristiyan din kardeşleriyle beraber yaşıyorlar, hem de osmanlılarla karlı
bir ticaret ilişkileri var. tabii karşı koyacak askeri güçleri de olmadığından
türkleri provoke etmemek için tarafsız kalmayı düşünüyorlar. sonuçta papalık ve
venedik, kuşatma haberini duyunca, e bari yardım edelim diyorlar ama saçma
sapan tartışmalarla o kadar vakit kaybediyorlar ki, son gemi, kuşatma başladığı
gün yola çıkıyor. ülkelerinin politikasına uygun olarak istanbul'daki venedik
kolonisi yunanlılara yardım edeceğini açıklıyor. 700 cenevizli de yardıma
geliyor ama pera'daki ceneviz kolonisi tarafsız kalıyor. bu gelen cenevizli
grubun içinde meşhur bir "kuşatma savunmacısı" da var (zamanının en
gözde mesleği) ama bir o kadar italyan da bir gece gizlice istanbuldan kaçıyor.
bu tavukları başka izleyen olmuyor.
bu arada tabii balkanlar boşta kalıyor ama murad zamanında macarları öyle
bozmuş ki adamlar bu avantajı değerlendiremiyorlar. wallachia (bugünkü romanya
gibi) da tek başına isyan etmek istemiyor. sırp despotu ise bırak isyanı,
kuşatmaya bir birlik bile gönderiyor! (bu ünlem, sırplar da ortodoks kuşatılan
bizans da ünlemi).
beşinci bölüm
donanmamızın yanında orduda yaklaşık 80 bin düzenli savaşçı, 20 bin civarı
düzensiz birlikler, birkaç on bin de savaşçı olmayan destek birlikleri,
aşçılar, hizmetçiler, vs. düzenli birliklerin içinde yeniçerilerin ağırlığı 12
bin kadar, hepsi hristiyan olarak doğmuş ve tabii ki en fanatik olanlar da
onlar. asıl kozumuzsa asker sayısından ziyade toplar.
şimdi öğretmen kılığına girmiş hangi gerizekalıydı hatırlamıyorum ama bu
zat fatihin dünyanın ilk topunu bu kuşatmada kullandığını, hatta dizaynını
kendi yaptığını filan anlatmıştı bizlere. top dediğin alengirli boru zaten
avrupada 100 senedir filan kullanılıyormuş ama pek etkili değil, kuvvetli
olanlar çok ağır olduklarından gemilere de monte edilemiyorlar zaten.
istanbulun surlarını aşacak etkili toplar yapmak için urban denen macar
mühendisi tutuyoruz. bu adam aslında 1452'de istanbula bizans imparatoru için
çalışmaya gelmiş ama para ve iş olmadığı için kaderin bir cilvesi olarak bize
geliyor. sultan mehmet de ona razı olacağının, yani imparatorun veremediğinin, 4
katını vererek ne kadar kurnaz bir tüccar olduğunu kanıtlıyor. adamı denemek
için çok büyük bir top yaptırıyor, memnun kalınca şimdi bunun iki katını yap
bakalım diyerek dünyanın en hayvanı topunu sipariş ediyor. edirne'de deniyorlar
1 millik menzili olan topu, denemeden önce de halka haber veriyorlar korkmayın
gürültüden diye. birkaç yüz kişilik bir birlik bu topun bakımına ve taşınmasına
atanıyor.
şehri savunan kuvvetler ise 5 bin yunanlı ve 2 bin de yabancı. hemen
kuşatma öncesinde yapılan resmi bir sayımdan alınmış rakamlar, yalnız imparator
bu rakamları duyunca halkın morali bozulmasın diye açıklamaktan vazgeçiyor.
kuşatma başlayınca yukarda belirttiğim kuvvetlerimizi yunanlılar 300 bin,
cenevizliler 150 bin civarında hesaplamışlar, o yüzden imparatoru kararından
dolayı tebrik ederim.
bombardıman avrupa tarafından başlıyor (kuşatma bitene kadar da hiç
durmuyor). aslında başka taraf da yok zaten de hani belki boğazın karşısından
da atıyorlar mı diyenler olabilir. büyük top günde sadece 7 kez ateş edebiliyor
ve şehir halkı duvarları gece gündüz onardığından hemen bir sonuç alınamıyor.
bu arada bombardımandan önce birkaç tutukluyu surlardan görünecek şekilde
kazığa oturtmuşuz, savunmacıların morali bozulsun diye. bunu da hiç anlamam,
önümde biri kazığa oturtulursa teslim olacağım varsa da olmam ulan. hani
“türkler tutuklulara surların önünde ziyafet verdi; tatlılar her mahkuma, boğaz
manzaralı arazi tapuları üstünde servis edildi” filan denilse anlayacağım.
bombardımandan sonraki ilk hücumda 200 türk ölüyor, yunanlılara göre onlarda kayıp yok. bu bizim ilk gidenlerin doğru düzgün zırhı yok, savunmacılar ise hazırlıklı. sonra haliç'e gerilmiş zincir zorlanıyor gemiler tarafından, ondan da sonuç alınamıyor. bu arada papalığın parasını ödediği, erzak ve cephane dolu üç büyük ceneviz ve bir yunan gemisi istanbula ulaşıyor; kuşatmanın en kritik dakikaları bunlar çünkü fatih bu gemilerin batırılması ya da geri döndürülmesi için kesin talimat vermiş. sonuçta şehirdeki surlar sayesinde adam kıtlığı pek önemli değil de yemek kıtlığı çok ciddi, bizim de bunu kullanmamız lazım. ne kadar gemi varsa bu üç geminin etrafını sarmışlar, onları haliçe sokmamaya çalışıyorlar, fatih de maç izler gibi atının üstünde kıyıdan izliyor ve çok heyecanlı olduğundan sağa sola taktikler veriyor. ama denizcilikten anlamadığı ve verdiği emirler anlamsız olduğu için bizim kumandan onu duymamış gibi yapıyormuş. fatih o kadar gaza geliyormuş ki sık sık atını suya sürüp duruyormuş gemilere gidecekmiş gibi. gençlik işte.
bizim amiral göt korkusuyla çok cesurca ve manyakça savaşmış ama ceneviz
gemileri daha yüksek olduklarından tepeden fırlattıkları şeyler bizim gemileri
kolayca batırıyormuş. tabii adamlar doğma büyüme denizci olduklarından, hem
gemileri hem de mürettabatları daha iyi. fakat bizim gemiler battıkça yerine yenisi
geliyor ve saatler süren savaş sonunda cenevizliler yorulmaya başlıyorlar. bir
noktada osmanlı gemilerinin sıkıştırmasıyla, 4 gemi de yan yana gelip yapışarak
büyük bir yüzen kale oluşturuyorlar. bütün şehir halkı kaderlerini belirleyecek
bu mücadeleyi surlardan izliyor ve tam umutsuzluğa düşmüşlerken, günün sonunda
kuvvetli bir rüzgar çıkıveriyor ve ceneviz gemilerinin çevrelerini sarmış ufak
osmanlı gemilerini iterek kurtulmalarını ve haliçe girmelerini sağlıyor.
yunanlılar öyle gaza geliyorlar ki çarpışmada 10 bin müslümanın öldüğünü,
kendilerinin ise hiç kayıp vermediklerini açıklıyorlar. daha aklıbaşında bir
tahmin ise 100'e karşı 23 kayıp. fatih ise (aslında daha fatih matih değil
tabii, bildiğin mehmet, ikincisi hem de) sinirden ve disiplinin korunması için
"tiz vurun şu amiralin kellesini" diyor ama amiralin subaylarının
ifadeleri sonucu adamın hayatı kurtuluyor. zaten gözünden yaralanmış, gazi
olmuş. bunun üstüne adamın her türlü unvanı, ayrıcalığı ve varlığı elinden
alınıyor ve hayatının geri kalanını bilinmeyen bir yerde fakir fukara olarak
geçiriyor. bu da çok fantastik geliyor bana, sen kalk zamanının sembolik de
olsa en önemli şehrinin kuşatmasında, bir asır sonra süpergüç olacak bir askeri
kuvvete komuta et, ertesi gün bir hiçkimse ol, öldün mü kaldın mı kimsenin
haberi olmasın. vefa o aralar istanbulda bir semt adı bile değil.
altıncı bölüm: fatih in gemileri karadan yürütmesi hadisesine geliyoruz
bazıları bunun gerçekleşmediğini, gemileri oracıkta yapıp haliç'e
indirdiğimizi söylüyorlar. zaten burada gemi dediğin de ufacık şeyler,
hatırlayalım. fakat yabancı kaynakların dahi çoğunda karadan yürütmeden
bahsediliyor bildiğim kadarıyla. elbette bize şişirile şişirile anlatıldığı
gibi değil. ilkin bu fatihin orjinal fikri falan değil, çok uzun zamandır
denizci ulusların yaptığı birşey. hatta çok yakın bir zamanda venedikliler lombardiya
diyarlarında savaşırlarken, donanmalarını karadan yürütmüşler; yani bir
ihtimalle bir italyanın tavsiyesiyle girişilmiştir. yelkenleri filan da açmış
bizimkiler, artık rüzgarla daha kolay gitsin diye mi, dalga geçmek için mi
bilemem.
tabii bu iş yunanlıların moralini bozuyor ama yine bize anlatıldığı gibi
kuşatma dengesini bir anda altüst etmiyor. hatta bu gemiler biraz zayıf
durumdalar ve yunanlılar bunu değerlendirmek için geceleyin gizli bir saldırı
yapmayı planlıyorlar. karanlıkta araya sızacak birkaç gemiyle ateşe verecekler
donanmayı. fakat plan bir gün gecikince cenevizlilerin kulağına gidiyor, onları
da bu işe ortak etmek gerekiyor. fakat onların bir gemi hazırlaması birkaç gün
daha sürüyor ve sultanın peradaki casuslarından biri olayı öğreniyor. türkler
cinlik yapmak için haberleri yokmuş gibi davranıyorlar ve gemiler donanmaya
doğru yollandığında peradan birileri bir fener ışığı çakıyor (ampulle tabii,
neon hem de) gemiler tam yaklaşmışken karadan bizim toplar ateşe başlıyorlar.
gün ağarana kadar çarpışma sürüyor ve yunanlılar bir şekilde geri çekilmeyi
başarıyorlar ama arada bir gemi batıyor ve 40 kadar denizci yüzerek karaya
çıkıyor. tabii çıkmasalar daha iyi olurmuş çünkü bizimkiler hava iyice
aydınlanana kadar bekliyorlar sonra da surlardan görünecek şekilde hepsini
öldürüyorlar. yunanlılar da zaten saldırılarının ise yaramamasına da
dellenmişler, 260 tutuklunun kafasını kesiyorlar surların üstünde.
kuşatma sürdükçe şehirdeki yemek sıkıntısı had safhaya çıktığından, papa ile venediklilerin söz vermiş oldukları kuvvetli filoyu iyice merak etmeye başlıyor yunanlılar ve hızlı ufak bir gemi yolluyorlar filoyu bulmak için. imparator bu gemiden haber beklerken, sultan iyice sabırsızlanmış, tüneller kazdırıyor, ahşap kuleler yaptırıyor surlara dayamak için, saldırılar düzenliyor. bu iki kara saldırısı da püskürtülüyor ama daha kötüsü, tünel savaşları esnasında (yunanlılar da karşıdan tünel kazıp, bizimkilerle çakıştırınca ya içeri şu basıyorlar ya da yıkıyorlar) bir osmanlı tüneli basılıp, kıdemli bir asker rehin alınıyor. eleman da işkence sırasında tek tek tüm tünellerin yerini anlatıyor ve ertesi gün hepsi yok ediliyor. hatta büyükçe bir tanesinin girişi, fatih'in yaptırttığı o ahşap kulelerin tekinin altında çıkıyor. o kuleler de yıkılıyor.
fakat yunanlıların bu ufak tünel zaferini elde ettikleri günün akşamı,
gönderdikleri hızlı gemi civar adalardan dönüyor; ortada filo yok yardım yok,
tek başlarınalar. bu geminin mürettabına da ayrıca saygı duymak lazım. herifler
adalarda demirlemiş, düzgün rüzgar bekleyen veya oyalanan bir filo görmeyince,
yani artık istanbulun düşmesinin an meselesi olduğunu farkedince, basıp
italyaya kaçabilirlerdi. anlatılana göre içlerinden sadece birisi bunu önermiş
ve istanbula dönüş yolculuğunda can sıkıntısını geçirmek için mürettabatın geri
kalanı mütemadiyen adamı dövmüş. zaten bunlar elleri boş dönünce herkes çökmüş
ama imparator mürettabatı bizzat tebrik etmiş döndükleri için.
imparatora gelince, konstantinin de şehirden kaçma imkanı var bu şekilde
bir gemiyle. zaten millet artık felaket tellallığını azıtmış, omenlere,
bulutların şekline filan bakıp “yarın olmadı öbür gün biteriz” gibi yorumlarda
bulunmaya başlamışlar. meğer bu eski kehanetlerde istanbulun ve imparatorluğun
düşüşü anlatılıyormuş ve herkes o anın geldiğini düşünmeye başlamış.
dolayısıyla imparatorun yanındakiler, onun kaçarak avrupada destek bulup şehre
geri saldırmasını, olmazsa yönetimini sürgünde devam ettirmesini filan söyleyip
duruyorlar. muhtemelen kendi got korkularındandır. ama imparator, giderse
şehrin savunmasının zayıflayacağını ve moralin çökeceğini düşünerek halkını
yalnız bırakmıyor.
osmanlı cephesinde de sabırsızlık had safhada. mayısın sonunda kuşatma 7. haftasına girmiş, ardı ardına gelen yenilgiler milleti şüpheye düşürmüş. sultan mehmet de tüm prestiji kaybetme ve isyan tehlikesine karşın, çekilmeyi göze alamıyor. savaşa karşı olan halil paşa sesini tekrar yükseltse de sultan’ın diğer danışmanları son bir genel saldırıdan yanalar ve mehmetin de duymak istediği zaten bu. yunanlılar da durumu anlıyorlar ve saldırıdan önceki günler şehirde durmadan kilise çanları çalıyor, törenler yapılıyor, latin ve yunan herkes birbirine veda edip, bir nevi haklarını helal ediyorlar. osmanlı kampı ise son gün sessizlik içinde...(in in in innnn)
yedinci bölüm
29 mayıs günü daha geceyken sanırım, bizimkiler genel saldırıyı
başlatıyorlar ve gemilerden savunmacıları her yönde oyalamak için saldırılar
yapılıp, merdivenler dayatılırken, surların bombardımanla en fazla
zayıflatılmış bölgesine asıl hücum gerçekleştiriliyor ve önce başıbozukları
yolluyorlar. bunlar bildiğin serseri, it kopuk. içlerinde yunan bile varmış.
başıbozuklar ganimet aşkıyla saldırdıklarından ilk şokları genelde çok etkili
oluyor ama disiplinsiz olduklarından, savunma kaçmaz da savaşmaya devam ederse
bunlar dağılıyorlar. bunu bilerek mehmet, arkalarından askeri polis görevinde
bir takım özel birlikler yolluyor, kaçanları kessinler diye. savunmacılar daha
iyi silahlanmış olduklarından bunları yeniyorlar. ikinci dalga, anadolu
türklerinden oluşuyor. bunlar başıbozuklardan daha kuvvetliler ve neredeyse
surların zayıf noktalarını yarıyorlar ama yunanlılar bunları da püskürtüyor.
(püskürtmek ne kadar komik bir kelimeymiş bu arada ya, inanmayan tane tane ve
sesli olarak tekrarlasın kelimeyi. olmazsa bir iki kadeh bir şeyler içsin öyle
denesin)
savunmacılar iyice yıpratılınca sultan en değerli birliklerini, yani
yeniçerileri yolluyor. diğerleri gibi koşarak hebele hübele diye gelmiyor
bunlar, sakin sakin ve kusursuz bir düzen içinde ilerliyorlar. saatlerce kılıç
sallayıp yorulduktan sonra böyle 10 bin kişinin üstüme doğru geldiğini görsem
altıma ederdim korkudan. şimdi düşününce bile bir iki damla kaçırdım donuma.
neyse bunlar savaşa başlıyorlar, ölen arkadaşlarının üstüne tırmanıp devam
ediyorlar, böyle de manyakça bir sahne var. savunmacılar neredeyse insanüstü
bir gayretle bu yeniçerilere de bir müddet dayanıyorlar ama o sırada kerkoporta
denen bir kapının, muhtemelen önceki günlerdeki bir akının ardından doğru
düzgün kapatılmadığı fark ediliyor ve oraya çullanılıyor. topu topu 50 kadar
yeniçeri girebiliyor içeri, savunmacılar da oraya kayıyorlar ama bu sırada
yunanlılar için daha büyük bir felaket oluyor: giustiniani –kariyerini kuşatma
savunması üstüne yapmış cenevizli kumandan- patlayan bir topun şarapneliyle
göğsünden yaralanıyor. savaşın ortasında bulunan ve durumu gören imparatorun
ısrarlarına rağmen, surlarda kalmak yerine adamlarına kendini bir gemiye
götürmelerini emrediyor. savaşın bu kritik anında, çekilen güruhu gören diğer
cenevizliler de artık savaşın kaybedildiğini düşünüp komutanlarıyla birlikte
çekilmeye başlıyorlar. osmanlı kumandanları hareketlenmeyi fark ediyorlar ve
birlikleri zayıflayan bölgelere yönlendiriyorlar.
söylenilene göre ulubatlı hasan savunmayı aşan ilk adam ama öldürülüyor. adını bilmemizin nedeni ise, istanbula ilk giren askere, söylenilene göre, cennette özel bir yer vaadedilmiş olması. milletin büyük bir gazla cesetlerin üstüne tırmanıp ölüme gitmesinin nedeni bu zaten.
kalan yunanlılar için artık savaşı kazanmanın imkânı kalmıyor, savunma bir
kere delindi mi sayı üstünlüğü sayesinde yeniçeriler akın akın içeri
doluşuyorlar. imparator da artık her şeyin kaybedildiğini idrak ediyor ve
gerçekten çok acıklı bir şekilde, yanındaki asillerle beraber atından iniyor,
imparatorluk insigniasını ve zırhını çıkararak herhangi bir askerden farksız
bir halde kılıcını çekip gelen kalabalığın üstüne atılıyor. onu bir daha gören
olmuyor.
kuşatmadan sonra tabii adamın sonu hakkında binbir hikaye ortaya çıkmış,
birkaç kesik kafa imparatorun kafası diye sunulmuş ama birşey belli değil. daha
sonra oluşturulan bir arama timi, birçok ceset arasında, imparatorluğun simgesi
olan çiftbaşlı kartal armalı bir çoraba sahip başsız bir ceset buluyor ve
kesinlik kazanmasa da bu ceset gömülmek üzere yunanlılara teslim ediliyor.
(denilene göre yıllar önce vefa semtinde isimsiz bir mezar bulunmuş ve adamın
mezarı olduğu iddia edilmiş, haberi olan var mı yahu).
bu arada inanılmaz ama istanbul'un içinde sultan mehmete karşı savaşan
türkler de var, başlarında da prens orhan diye bir adam. (bunlar kimin nesidir
bakmaya üşendim) yakalanınca başlarına neler geleceğini bildiklerinden en
ölümüne savaşanlar da bunlar. onların hemen yanında da katalanlar var, eski
imparatorluk sarayının hemen alt tarafında; onlar da teslim olmuyorlar ama
ardarda gelen binlerce askere karşı koyamıyorlar. sadece bir iki kuleye
kendilerini hapsetmiş olan giritliler sağlam kalıyorlar ve bunlar bizimkilere
öyle kök söktürüyorlar ki, en sonunda silahları ve eşyalarıyla birlikte
istanbuldan sağsalim çıkma izni karşılığında teslim oluyorlar, bizimkiler de
sözlerinde durup bu cesur adamları salıveriyorlar.
sivillere ve kalan askerlere gelince, direniş kırıldıktan sonra beklenmeyecek
kadar fazlası gemilere binip kaçabiliyorlar çünkü kuşatmanın başında, dikkat
dağıtmak için surlara saldıran gemiciler, ordunun içeri girmesiyle ganimetin
kalmayacağını düşünerek gemilerini bırakıp şehre giriyor. halbuki biraz
sabredip gemilere saldırsalar, kaçanların tüm eşyalarını ganimet, kendilerini
de köle olarak alabilirlerdi.
sekizinci bölüm
istanbulun yağması biraz acayip. normalde düşman teslim olmadığı zaman 3
günlük bir yağma izni veriliyor, teslim olursa dokunulmuyorlar. istanbul
sonuçta teslim olmamış ama şehrin birçok girişi ve farklı bölümleri var. 1
milyonluk şehir bir iki asırda 50 bine, kuşatmadan sonra da allah bilir kaç
bine düşünce bu bölümlerin arasında boşluklar oluşmuş ve her biri ayrı bir mini
şehir olmuş. yani eğer ayrı bir “semt” işgalcilere kolaylık göstermişse, bunun
haberi sultana gider, o da beraberinde özel polislerini yollayarak o kısmı
korumaya alabilir. bazı yerlerdeki kiliselere ve evlere dokunulmaması, diğer
bölgelerde ise yağmadan bırak 3 günü, ilk günün sonunda bile bir şey kalmaması
böyle açıklanabilirmiş.
dolayısıyla o kilise yağmalamalar, rahibeleri çıkarıp tecavüz etmeler filan
belli bölgelerde ve ilk saatlerde yaşanmış, ondan sonra yağmalanacak yerler
iyice belli olmuş, milleti gazi durulmuş, fatihin adamları yerlerini almış ve
yaklaşık 4000 cesetten sonra sivil öldürme bitmiş. hayrına değil tabii, yağma
yapılacak yerdeki her sivil köle sayılıyor, köle de para demek. bazı yerlerde
yağmalanan evlerin kapısına işaret konulmuş, bu ev boşaltıldı çoktan şansınıza
küsün demek için.
fakat işin daha ilginç yanı, askerlerin azıttığı bölgelerde bile
dokunulmamış bazı yapılar var. şehrin ikinci büyük kilisesi bunlardan biri.
bunun tek açıklaması, fatih’in, önceden kurtarmak istediği bazı yapıları seçip,
ilk anda oraya adamlarını göndermiş olması. örneğin ayasofyayı cami yapacağına
karar vermişse ve şehri ele geçirdikten sonra yunanlıları tümden katletmek veya
kovmak yerine onların desteğini ve ticari bağlantılarını kullanmak istiyorsa,
yapacağı ilk şeyin ikinci büyük kiliseyi onlara saklamak olması doğal. o da
binayı korumakla yetinmemiş, içerdeki hazineye de dokundurtmamış. [istanbul'un
hristiyanlarına fatihin tanıdığı ayrıcalıklar ve verdiği kiliseler, sonraki
sultanlar tarafından yavaş yavaş geri alınmaya çalışılıyor. mesela sultan selim
hristiyanların zorla islamı kabul etmeleri gerektiğini ortaya atmış, vezir
tarafından sakinleştirilince bu sefer kiliselerinin alınmasını düşünmüş.
psikoposluk da 3 tane 100’üne merdiven dayamış eski yeniçeri bulup yeminli
ifade verdirtmiş mehmet’in politikaları hakkında ve sultan selim bunu kabul
etmiş]
fatih ilk günün sonunda yağmayı durdurduğunda kimse şikayet etmeye lüzum görmüyor. şehre akşama doğru girmeyi tercih ediyor, yani düzen sağlandıktan ve ortalık temizlendikten sonra. sonuçta istanbulun adına yakışır bir şekilde, film gibi bir şekilde şehre girmesi lazım, bunun sonuna kadar bilincinde. ayasofyaya giriyor ve hasarları görünce sinirlenip, yağmanın binaları kapsamadığını söylüyor. burada samimi mi, yani bunun kendi emrine rağmen pratikte mümkün olacağını sanmış mı yoksa sadece önemli binaları mı kastetmiş bilmem, çok önemli de değil, tıpkı şehirde dolaşırken gözlerinin sulanıp, “ne biçim bir şehri yağmaya ve yıkıma verdik” diyerek iç geçirmesi anektodu gibi. ayasofya’da saklanan birkaç rahibin güvenliğini garanti ederek dışarı çıkmalarına izin veriyor, ertesi gün de bütün ganimetin paylaşım için toplanmasını emrediyor. tabii bütün derken askerlerin çaktırmadan aşırdıkları dışında. bu ganimetten kendi payını ve taktik nedenlerden ötürü yağmaya katılmalarına izin verilmeyen birliklerinin payını alıyor.
bütün asillerin bulunmasını ve güvenliklerinin sağlanarak serbest
bırakılmalarını emrediyor (bazı güzel asil kız ve erkek çocuklar hariç) fakat
ilk günlerdeki bu muhtemelen taktiksel olan tolerans kısa sürüyor, fetihten 5
gün sonra bir düzine yunan asil idam ediliyor. italyan ve katalan asiller ise
direkt öldürülüyorlar.
savaş sonrası köle pazarı kuruluyor ve esir alınanlar, pera'daki veya
istanbul'un dokunulmamış bölümlerindeki tanıdıklarına, fahiş fiyatlardan
satılıyor. toplanan erkek çocuklardan 400'ü mısır ve tunus'taki diğer müslüman
liderlere hediye olarak yollanıyor. (ya da herbirine 400’er, unuttum şimdi).
dokuzuncu bölüm - oldu da bitti maşallah
savaşın bitimini izleyen günlerde başka birçok ilginç olay yaşanıyor.
mesela işgal anındaki hengâmede kaçan bir kardinal, kıyafetini bir dilenciye
vermiş. dilenciyi gören ve şehre yeni girmiş gazlı askerler onu öldürüp
kafasını kesmişler, kardinalse yağma bitene kadar saklanıp hayatta kalmış ve
sonra birinin kölesi olmuş. peradan gelen bir tüccar da ertesi gün köle
pazarında adamı tanıyınca, onu dilenci sanan sahibinden yok pahasına satın
alıyor domates alır gibi. tabii sonra serbest bırakıyor kardinalı, domatesi
serbest bırakamazsın. (ama bırakmalısın, eğer dönerse zaten senin domatesindir,
dönmezse…)
osmanlılara karşı savaşan prens orhan da çok iyi yunanca konuştuğu için bir
ortodoks rahibi kılığında paçayı kurtartmaya çalışıyor ama yanındaki esirlerden
biri gerçek kimliğini ispiyonlayınca oracıkta kafasını kesiyorlar. kimse artık
o ispiyoncu, tam bir puştmuş. savaşın ortasında göğsünden yaralanıp geri
çekilmek isteyen guistiniani ise yakınlardaki bir adada, bir iki gün içinde
yaralarından ölüyor. cenevizliler tarafından bir kahraman olarak anılıyor,
diğerleri ise onu saygıdeğer bir kumadan ama nihayetinde bir kaçak olarak
hatırlıyorlar.
şehirden kaçan venedikliler, kayıplarını telafi etmek ve önceki
yardımlarını finanse etmek için gemilerindeki yunanlıların mallarına el
koyuyorlar ve sultana mesaj göndererek, aralarındaki ticaret anlaşmalarının
bozulmasına gerek olmadığını bildiriyorlar. pera ise “gönüllü” olarak sultanın
kontrolüne girmek suretiyle bir miktar özerk kalıyor; hristiyan şehri
olduğundan orada saray görevlileri dışında müslümanların yaşamaları
yasaklanıyor. artık boğazlar osmanlının kontrolünde olduğundan, 50 sene içinde
de karadenizdeki diğer ceneviz kolonileri de teker teker boyun eğiyorlar.
1461’de de son yunan başkenti olan trabzon alınıyor.
istanbulun düştüğünün haberini ceneviz gemileri süratle yayıyorlar. hatta
papalığın ve venedikin gecikmeli yolladıkları yardım filosu da, istanbula
gitmek için düzgün bir rüzgar beklediği ege adalarındayken haberleri bu ceneviz
gemilerinden alıyor.
tahmin edeceğiniz gibi kuşatmaya hep karşı çıkmış olan halil paşa daha sonraları görevinden alınıyor ve ağustosta idam ediliyor. mehmet zaten ona eskiden beri gıcıktı, babasının ilk emekliliği sırasında murat’ın geri dönmesini en çok savunanlardan biri olduğu için. artık eski saygınlığını da yitirdiğinden, “bizans için çalışıyordu” suçlamasıyla intikam almak kolay olmuştur.
istanbulun alınmasıyla macarlarla yapılan balkan savaşlarında iyice
üstünlük sağlanıyor, bu arada savaş alanına dönen sırbistan perişan oluyor
tabii. rusya ise zaten bu kiliselerin birleşmesi kararına karşıydı ve bizans
düşünce ortodoksluğun gerçek merkezi olduklarını iddia ettiler. halbuki fatih
de ünvanları arasına rum kayserini, yani roman caesar’ı eklemiş, kendini bu
kültürün devamı olarak görmüş. ama tabii muscovy krallığı o aralar bize uzak ve
önemsiz olduğundan fatih onları pek sallamıyor.
fetihten kaçan bizans alimlerinin italyaya yerleşip rönesansa neden
oldukları anlayışı ise her önemli olaydan kendine pay çıkarma hastalığının bir
belirtisi olsa gerek çünkü zaten fetihten önceki yüzyılı yunanlı alimler ve
sanatçılar italyaya yerleşerek geçiriyorlar. buna ek olarak rönesansı
bizanslılara maletmek de ayrıca yanlış.
neyse, sultan mehmet megadux’un öldürülmesinden sonra biraz acele biçimde
bir patriarch seçiyor ve bu yunan milletinin başı oluyor, onlar için bir de
“anayasa” hazırlanıyor. kısa sürede fatihin istediği şekilde şehir canlanıyor;
müslümanlara ek olarak trabzondan 5000 rum ailesi getiriliyor ve nüfus 100 sene
içinde 500 bine dayanıyor. ama tabii hiçbir zaman bizansın zirvesindeki gibi
bir etkinliğe sahip olamıyor istanbul, kendi eski seviyesine ulaşsa bile avrupa
karanlık çağdan çoktan çıkmıştı.
İyi günler ! burada kredi talebinde bulunan tüm değerli müşterilerimize hızlı bir bildirim, şu anda uygun bir kredi faiz oranına sahip bir kredi planındayız.
YanıtlaSilİletişim:
[email protected]
[email protected]
whatsapp: +1 (847) 453 9904
Hello
YanıtlaSilWe are a trade finance company that uses our own credit lines to facilitate the issuance of financial guarantees like BG, SBLC, DLC and more. If our services will be of help to you, let us know so we can guide you with our process.
Mobile | WhatsApp: +19893413179
Email:[email protected]