29 Kasım 2017 Çarşamba
Rıza Zarrab Şuçlu mu?
Öncelikle Rıza neden suçludur? ne ile yargılanmaktadır onu bilmek lazım. Rıza şuç olarak İran ambargosunu delmiştir. Rızanın suçu budur. Aslında Bu rızanın değil amerikaya göre
Halkbank eski Genel Müdür Yardımcısı Atilla'nın suçudur. Zira ambargonun delinmesine o sebep olmuştur.
Şimdi YAVŞAK amerikanın neden ambargo koyduğuna ve bunun bizi neden bağladığına bakalım biraz.
1979'daki İran İslam Devrimi'nden sonra 1980'den bu yana inişli çıkışlı da olsa uygulanan ambargolar 35 yıldır devam ediyor.
İran devrimden önce ilk ambargoyla Muhammed Musaddık'ın başbakanlığı döneminde (1951-1953) tanıştı. "Petrolün millileştirilmesi" politikasını güden Musaddık, İngilizlerin İran petrolü üzerindeki kontrolünü sona erdirmişti. Bunun sonucunda da İran, kendi petrolünü dünya pazarına ihraç etme konusunda İngiltere'nin ambargolarıyla karşılaştı. Musaddık'ın ABD destekli Ajax Operasyonu adı verilen askeri darbeyle devrilmesiyle de ambargolar kaldırıldı.
Bir ülkeye gıda, bankacılık, sağlık, teknoloji, ulaşım, sanayi ve askeri birçok alanda uygulanan ambargolar, o ülkenin uluslararası kararları yerine getirmeye zorlanması yönünden etkili bir yöntem olarak kabul ediliyor.
Devrim sonrası ilk ambargo "rehine krizi" (1980-1983)
İran'a uygulanan ambargoların devrim sonrası süreci ilk olarak rehine kriziyle başladı. 1980 yılında İranlı bazı üniversite öğrencilerinin Tahran'daki ABD Büyükelçiliğini işgal etmesi ve 66 diplomatı rehin almaları, bu ülkeye uzun süre uygulanacak ambargoların başlangıcı oldu.
Dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, Şah Rıza Pehlevi yönetiminde imzalanan anlaşma gereği İran'a hareket etmek üzere hazırlanmış 300 milyon dolar değerindeki askeri yedek parça yüklü gemiyi durdurdu.
Daha sonra ambargolar doğrultusunda İran'da petrol alanında faaliyet gösteren ABD şirketleri ülkeyi terk etti ve bu alanda çalışan yabancı uzmanlarla beraber teçhizat ve modern teknoloji de ülkeden çıkmış oldu. Bu durum, ülkenin devrimden önce günde 4 milyon varil olan petrol ihracının 1 milyon varilin altına düşmesine neden oldu.
Yine Carter, İran'ın ABD bankalarındaki 12 milyar dolarını bloke etti. Aynı yıl ABD'den İran'a gıda ve ilaç dışı ihraç ürünleri durdurulurken, İran'dan ithalat da yasaklandı.
Rehin tutulan ABD diplomatlarının 444 gün sonra salıverilmelerinin ardından İran'a uygulanan ambargolar kaldırıldı fakat ABD bankalarında İran'ın dondurulan 12 milyar dolarlık varlığı serbest bırakılmadı.
İran-Irak savaşından Hatemi dönemine kadar (1983-1997)
ABD, İran-Irak savaşının (1980-1988) 3'üncü yılında silah ambargosuyla bir kez daha yaptırımlarına başladı. 20 ülkeyle İran'a silah satışında bulunmamaları üzerine görüşmeler yaptı.
1984 yılında ABD'den İran'a bazı kimya ürünlerinin ihracı yasaklandı.
İran'a karşı etkisiz kalmakla eleştirilen Carter'dan sonra göreve gelen Ronald Reagan döneminde 1986 yılında yaşanan Irangate olayının (ABD'nin İran'a uyguladığı silah ambargosuna rağmen bazı ABD'li diplomatların İran'a gizlice silah satmaları) ortaya çıkmasının ardından 1987 yılında İran'a askeri alanda kullanılan 150 kalem kimyasal maddenin ihracı yasaklandı.
Yine aynı yıl, ABD Senatosu'ndaki bazı senatörler hazırladıkları tasarıyla ABD Enerji Dairesi'nin İran'dan petrol almasını eleştirdi. Senato'da oylanan tasarı kabul edildi, "terörizmle mücadele" kapsamında İran'dan petrol alımı yasaklandı.
ABD, 1992'de İran'ın balistik füze, atom bombası, kimyasal ve biyolojik silahlar edinememesi için birtakım siyasi girişimlerde bulundu.
1995'de ABD'de, diğer ülkelerin İran'a kimyasal veya özel teknolojik silah ihracatına engel olmak üzere hazırlanan taslak Senato'da onaylanarak kanunlaştı. İran ve Libya'nın enerji sektörlerinde önemli yatırımlara girişen yabancı şirketlerin cezalandırılmasını kapsayan yasa, İran-Libya Yaptırımlar Yasası (ILSA) olarak bilinir.
Buna göre İran'la birlikte Libya'ya da bir dizi yeni ambargolar uygulanmaya başlandı.
ABD tarafından üçüncü ülkelerin İran'a uygulanan ambargolarla ilgili baskı altına alındığı bu kanun, bazı Avrupa ülkeleri ve Japonya tarafından tepkiyle karşılandı. Avrupa ülkeleri ABD'nin çıkardığı bu kanunu görmezden gelerek İran'la ticaretlerine devam ederken, aynı şekilde Japonya da İranla petrol üretim tesislerini geliştirmek üzere anlaşmalar imzaladı.
Aynı yıl dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, İran'la petrol ve ürünlerini de içeren tüm ticari ve yatırım ilişkilerini keseceğini açıkladı.
Ambargolar gevşetiliyor (1997-2004)
1997 yılında Muhammed Hatemi'nin cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından siyasi ve ekonomik alanlardaki reformlarla ilgili yaptığı açıklamalar üzerine Clinton, ülkedeki reform çabalarına destek amaçlı ambargoların gevşetilmesi kararı aldı. Clinton 1999'da toplu ölümlere neden olan silah ve terörizme destek kapsamına girmediği gerekçesiyle İran'a gıda ve ilaç ambargosunu kaldırdı.
2000 yılında İran'da reformistlerin meclis seçimlerini kazanmaları üzerine petrol dışı ürünlerden halı ve kuru meyve gibi bazı kalemlerden de ambargolar kaldırıldı.
2001'de ise George W. Bush süresi dolan Libya ve İran'a yaptırımları öngören İLSA yasasını 5 yıl uzattı.
Ahmedinejad dönemi ambargolar arttırılıyor (2004-2011)
2004'te İran'da Mahmud Ahmedinejad'ın cumhurbaşkanı olmasının ardından ülkede nükleer faaliyetlerin ivme kazanması Batı'da İran'ın nükleer silah üretme çabası olarak değerlendirildi. Bu gerekçeyle 2004 sonu ve 2005'in başlarında İran'a uygulanan ambargolar arttırıldı. Aynı dönemde ABD ve İsrail yönetimleri İran'ı askeri saldırıyla tehdit etmeye başladı.
2005 ortalarında İran, Birleşmiş Milletler'e (BM) bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) ülkenin nükleer faaliyetlerini inceleme talebini kabul etmesiyle barışçıl nükleer enerjiye sahip olma çalışmaları kapsamında uranyum zenginleştirmeye devam etti. İran'ın "Sarı kek" olarak bilinen yeni uranyum oksit üretimi kurması ve yeni füze denemeleri bir kez daha Batılılarla Tahran yönetimi arasındaki savaş söylentilerini alevlendirdi.
2006'da İran'la görüşmelerin akamete uğraması nedeniyle bu ülkenin nükleer faaliyetlerini içeren dosya ilk olarak BM Güvenlik Konseyi'ne götürüldü ve BM üyesi ülkelerin oylamasıyla da bu ülkeye uygulanan ambargolar tanındı. BM'de ambargoların süresi 4 kez uzatıldı.
Yine aynı yılın ocak ayında, Londra'da bir araya gelen BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) İran'ı nükleer silah yapmaya yönelik çabalarda bulunmakla suçladı. Bu oturumda İran'ın iki siyasi müttefikinden Rusya kararı onaylarken Çin çekimser kaldı.
2006 eylül ayında, "İran Sadırat Bankası" terörizm ve Lübnan'daki Hizbullah örgütünü destekledikleri suçlamasıyla ambargo listesine alındı.
2007 ocak ayında "İran Sepah Bankası" kitle imha silahları satın alma iddiasıyla yaptırım uygulananlar listesindeki yerini aldı.
2007 haziranında 27 İranlı iş adamı ve bazı kuruluşa da kitle imha silahı edinmeyle ilgili çabaları suçlamasıyla ambargo uygulandı.
Aynı yılın ekim ayında İran Devrim Muhafızlarına bağlı "Kudüs Güçleri" ve "İran Milli Bankası" terörist faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla ambargo kapsamına girdi.
2008'in eylül ayında nükleer faaliyetler ve silah üretimi suçlamasıyla İran nakliye ve hava taşımacılığına ambargo getirildi.
2008 haziran ayında da İran Tovsia-Sadırat Bankası'na ambargo uygulandı.
2009 yılında ABD'de yapılan seçimleri kazanan Barack Obama'nın işin başına gelmesiyle iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşayacağı düşünülürken dönemin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın izlediği dış siyaset politikasındaki sertlik ve İkinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleştiği iddia edilen Yahudi soykırımı Holokost'a karşı çıkan açıklamaları nedeniyle ambargoların kapsamı genişletildi ve şiddeti arttırıldı.
O dönemde, İran'ın en yakın müttefiklerinden Rusya dahi ambargoları desteklediğini açıkladı. ABD İran'a uygulanan ambargoların etkisini Çin'in tutumunun zayıflattığı kanısında.
2010 eylül ayında bazı İranlı iş adamlarının banka hesapları bloke edildi ve ihracatları engellendi.
2011 sonlarında İran Merkez Bankası ambargo kapsamına alındı.
2015'in ilk aylarında da İranlı bazı şirketlerin yurt dışı faaliyetleri durduruldu.
İran ile Birleşmiş Milletler'in (BM) beş daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın oluşturduğu 5+1 ülkeleri arasında yürütülen müzakerelerde bu sabah anlaşma sağlandığı açıklandı.
Totale baktığımız da sonuç değişmiyor. Amerikanın istediği gibi sömüremediği tüm ülkeler yaptırım altında. Bu açıdan bakıldığında sıradaki hamle Türkiye ambargosu olabilir. taşlar buna göre dizilmiş hamleler buna göre yapılmış mıdır acaba?
Bu açıdan bakıldığında Reza " iran ambargosunu delmek için Türk yetkililere rüşvet vermiş, Türk yetkililer de kelle koltukta bu riski almak için rüşvet yemişler midir?
Bu suç mudur? Amerika istedeğini yaptıramadığı , komşuların arasındaki ticareti engelleyemediği için suçtur.
25 Eylül 2017 Pazartesi
IT 2017 remake psikolojik incelemesi
Selam Hemen Filme girelim hızlıca.
beverly marketten tampon aldıktan sonra evi geri döner. babası saçlarını okşar:
“hala benim kızımsın değil mi ?”
epey tekinsiz bir sahnedir. beverly hızlıca banyoya koşar, kriz geçirerek saçlarını bir çırpıda kesmeye başlar.
“bunu bana sen yaptın! bunu bana sen yaptın !”
bir çocuk cinsel istismara ilk uğradığında onu anlamlandıramaz, ne zamanki cinselliğini keşfetmeye başlar istismar edildiğini anlar. işte o an, kişi sarsıntı yaşar, yaşam içindeki pozisyonunu kaybeder. hayatına kaldığı yerden devam edebilmek için bu trajik hatırayı belleğinden silmeye çalışır. hikayesinde boşluklar oluşur. travma tam da bu boşluklardadır, asla bastırıldığı yerde durmaz, o her zaman dile getirilmek, anlatılmak, paylaşılmak ister.
herkesin “sürtük“ gözüyle gördüğü beverly, losers grubuna dahil olmasıyla acılarını yavaş yavaş paylaşmaya başlamış, anlattıkça iyileşmiştir

beverly banyoda tek başınadır. zizek'e göre banyo, sembolik bir temizlenme alanıdır. görmek istemediğimiz şeyleri, aslında içinde ne olduğunu düşünmek istemediğimiz bir alana attığımız mekandır. tiksindiğimiz her şey banyodaki borularından geçer ve asla zihnimizde tahayyül etmediğimiz bir alana karışıp kaybolur. sadece görünürde her şey temizdir. beverly, banyo'da mutlu bir yüz ifadesiyle ben’in kendisine yazdığı şiiri okumaktadır. saçlarını kesip attığı lavabodan fısıltılar duymaya başlar. birden delikten muazzam derecede ürkütücü bir terör dışarı saçılır. işte bu zizek'in bahsettiği gerçek korku anıdır: insanlar için gerçek korku, belleğinden dönenler değil, hiç beklemediği bir anda belleğinden bir şeyin dönmesidir. banyo baştan aşağı kana bulanır. geçmişin zorlayıcı ve muazzam dehşeti, beverly’nin aile yaşamının ardındaki o pusu kurmuş vahşet, banyodaki borulardan geri dönmüştür. utanç verici her şeyden kurtulunan banyo’nun kana bulanması, beverly’nin bedensel suçluluğunu ve tiksintisinin sahnelenişidir.
- baba göremiyor musun !?
- neyi beverly ?
- her yerde kan var ! aman tanrım göremiyorsun !
- neyi beverly ?
- her yerde kan var ! aman tanrım göremiyorsun !
beverly ile arkadaşları banyodan geri dönen kanı temizlerler. bu, beverly’nin belleğindeki boşluktan geri gelen korkunç ve ürkütücü suçluluk duygusunun arkadaşlarının desteğiyle iyileştirilmesinin sahnelenişidir. artık beverly mutludur, banyodaki kan temizlenince beverly kendini kirli hissetmekten kurtulmuştur. ta ki babasının tecavüz girişimine maruz kalana kadar. beverly bu saldırıdan sonra pennywise tarafından kaçırılır.
o halde pennywise kimdir?

travma ve yas üzerine konuşmadan it filmine değinemeyiz.
travma nedir ? travma dile gelmeyen, anlatılamayan, tarif edilemeyendir. belleğin çukurunda saklı kalan, oradan her an dışarı çıkmak isteyen, ancak hikayeleştirildiğinde iyileşendir.
it filminde her çocuğun kendisinden bile sakladığı, kırıntılar halinde gözünün önüne gelen, ürkütücü kötü hatıraları vardır:
bill kardeşinin ölümünden suçluluk duyduğu için yasını tutmamış/tutamamış, ben şiddete maruz kalmış, beverly aile içi cinsel istismara uğramış, mike’ın ailesi yakılarak ölmüştür.stanley aşırı baskı altında yaşamakta, eddie ise bağımlı bir annenin hastalık hastası oğludur. gözlüklü çocuk richie ise son sahneye kadar pennywise’ı görememektedir.
film boyunca travmasını dile getirmeyen, gerçek’e en yakın duran çocuk richie’nin neden korktuğu muammadır. richie “palyaço”lar der. izleyiciye bu ifade tuhaf gelebilir, it de bir palyaço görünümüne sahiptir. o halde pennywise'dan bile korkmayan richie’nin gerçek korkusu nedir ?
çocukların girdikleri izbe bir evde richie palyaço oyuncaklar görür, ancak o esnada tam anlamı ile korkmaz. richie anlık bile olsa, bir zamanlar kaybolduğuna dair ilanlar gördüğünde, onun travmasına şahit olunur:
- aman tanrım, kaybolmuşum bill !
- hayır richie, bu sahte !
- hayır richie, bu sahte !
daha önce mama filmi ile gönüllerde taht kuran arjantinli yönetmen andy muschietti’nin hijos'u (unutmaya ve sessizliğe karşı kimlik ve adalet için çocuklar) alt metnine yerleştirdiği film, elbette kendi dünya görüşünden de hayli politik izler taşıyor.

yönetmen, hollywood'un tipik kalıbı olan, toplumsal normları bozan gençleri cezalandıran alışılagelmiş, muhafazakar korku sineması geleneğinden uzaklaşarak, çoğulcu demokrasi’yi öneren epey insani bir anlatıyla karşımıza çıkıyor.
hijos, arjantin’de 1995’te, diktatörlük döneminde kaybolanların çocukları tarafından kuruldu. öncelikle kişisel hikayelerini birbirlerine anlatmak için bir araya gelen bu grup, zamanla ortak hareket etmek üzere örgütlenmeye başladı. insanların kaçırılmaları, kaybedilmeleri, öldürülmeleri meşru gösterilmesin diye uğraşan hijos; travmaları silebilmek için, faillerin cezalandırılması ve ölülerin hikayelerinin dile getirebilmesi için hala mücadele ediyor.
richie’nin kayıp olduğunu öğrendiği an yaşadığı korku, "aman tanrım, ben kaybolmuşum !" sözcüğü ile arjantinli yönetmen kendi ülkesinin travmalarına da böylece atıf yapmayı ihmal etmiyor.
çünkü travma dayanışma ister, acının paylaşılmasını ister

insanlar hatırlamak istemez, unutmak ister. iktidar ise toplumsal travmalar hatırlansın istemez, unutulsun ister. nihaide konforlu ve güvenilir bir hayat için tüm kötü anılar, tüm elem veren acılar unutulmaz, bastırılır. ama nereye bastırılır ?
nasıl ki travma bellekte değil, bellekteki boşluklarda ise tüm bireysel ve toplumsal travmalar da, tam da it filminde anlatıldığı gibi, kasabanın aydınlık yüzü, banyonun temiz kısmından, o hijyenin ve aydınlığın altında muazzam derecede ürkütücü ve karanlık şeylerin bulunduğu bir alana bastırılma eğilimindedir.
bu alan gündelik hayatımıza devam etmemizi sağlayan, tiksinti verici her şeyin bulunduğu bireysel ve toplumsal belleğimizdeki karanlık ve muamma mekandır. pennywise topluma da tam bu alandan görünür, banyoya kan bu alandan saçılır, karanlık izbe bir evde bu yüzden çıkar, georgie’yi de bu alandan kaçırır, henry'nin arkadaşını tam da kanalizasyon borusunda kaçırır. pennywise bireysel ile toplumsal belleğin birleştiği yerde yani çekirdektedir. kasaba uygar yaşamın sürekliliğinin bir metaforuysa, pennywise da kasaba hayatının yok saydığı, asla düşünmek istemediği, dışsallaştırdığı karanlık alanlardaki travmanın metaforudur.
travma nasıl dışarı çıkmak için kendine benzerlik arıyorsa pennywise da bu kırıntıların korkutucu yüzüne bürünür. ahşap bir kapı, bir tablo, bir resim, bir ses, bir sözcük, bir şarkı, bir mont, bir görüntü, bir palyaço. en ufak bir benzerlik bulduğunda ise hemen bellek'e geri dönmeye çalışır. bellek ise bunu tekrar o boşluğa itmeye çalışır. ne kadar güçlü bastırılırsa o kadar şiddetli döner. bu elem döngü, travma insanlarla paylaşılana, anlamlandırılana böylece sembolik düzene kaydedilene kadar devam eder. nitekim pennywise gitgide daha da büyüyerek karşılarına çıkar.
çünkü travma asla tek başına iyileşebilecek, üstünden gelinebilecek bir “şey” değildir

burayı tekrar etmek istiyorum; travma, asla tek başına iyileşebilecek, üstünden gelinebilecek bir “şey” değildir. onun iyileşebilmesi için paylaşılması, dile gelmesi, anlamlandırılması gerekir. bu da ancak tanık ile olur.
örneğin; georgie neden geri dönmektedir? bill duyduğu suçluluk sebebiyle ölü olduğunu kabul etmediği, yasını tutmadığı, acısını paylaşamadığı için. mike neden kapının ardında yanan eller görmektedir ? ailesinin yakıldığına şahit olduğu için.
losers ekibi, kendilerine bile itiraf edemedikleri acılarını paylaşarak, birbirlerinin tanıklığında dile dökerler. bu tam da şehrin dışsallaştırdığı alanlarda, en sonunda ise hepsinin toplandığı kasaba'nın yeraltındaki merkezinde, yani belleğin en karanlık dip noktasında olur. tüm anılara ait parçaların hepsi oradadır.
ince bir detay olarak babası tarafından rencide edilen ve kendini küçük düşürülmüş hisseden henry, pennywise'ın kışkırtmasıyla polis babasını öldürdükten sonra bu alana geldiğinde, daha önce eziyet ettiği bill ile dövüşür, siyah olmakla damgalanmış, ırkçı şiddete maruz kalmış mike kavga esnada henry’nin “ keşke aileni ben yaksaydım “ demesi üzerine onu sonsuz bir çukura iter. bu sahne bir siyahın mazur gösterilebilecek nedenlerle bir beyazı sembolik olarak öldürmesine izin verilme cüretini göstermesi bir yana, kasaba'nın şiddet dolu çocuğu henry ve onun ayaklarına ateş ederek ders verdiğini düşünen polis babasından beyaz ırkın üstünlüğüne kadar bir dizi eleştiridir.
ben’in kasaba'nın tarihi ile fark ettiği pennywise'ın aslında eskiden beri varolduğu, kasabanın zaten toplumsal travmalar üzerine kurulu olduğudur.
kendilerine losers grubu diyen bu çocuklar belleğindeki en karanlık noktaları birbirlerine açarlar. acılarını birbirleri ile güven içinde ve sabrederek anlattıkça, travmalarının çekirdeğine doğru yol alırlar. nihaide bu alanda her biri tek tek travmalarını dile getirir. her dile geliş sonrası, birbirlerine sarılıp, ağlarlar ve iyileşirler. en son bill tutamadığı yası dile getirir, georgie’nin ölmeden önce belleğinde kalan son hatırası sarı montuna sarılıp ağladıktan sonra kekemeliğe de iyileşir. çünkü dil ile travma arasındaki ilişki vardır: kah bir sessizlik, kah bir sürçme, kah kekemelik travmanın ben varım demesidir. çünkü travma, dilin kendisinde değil, bozukluğunda, boşluğunda, sessizliğinde, anlatılan öykünün atlananan kısmındadır.bu an pennywise'ı alt etmeleri ile de sahnelenir.
ancak pennywise tamamiyle yok olmaz, belleğin sonsuz boşluğunda bir başka derin, dibi görünmeyen ışıksız bir kuyuya düşer. düşerken bir parça kalıntısı yine kalır.
finalde çocukların ellerini kesip elele tutuşmaları hem dayanışmanın ve bu dayanışma ile hastalık hastası çocuğun bahsettiği dönemin aids korkusunu da bir arada aşmalarının güzel bir örneğidir

nihaide dönemin en büyük korkusu aslında aids’e değil, ölüm korkusunun kendisine de meydan okurlar. bu meydan okuma anını da bedenlerine kazımış olurlar. böylece bedenlerindeki işaretledikleri iz, hem birliktelik ve dayanışma ile herşeyin üstesinden gelebileceklerini hem de birbirleri ile paylaştıkları acılarını unutmamalarını sağlayacaktır.
filmdeki anlatıda kadın ile erkek'in gerçek'e dair pozisyonları da ustalıkla işlenmiştir. bill'in izbe eve girmekte ısrar ettiği sahnede beverly hariç losers'ın tüm erkek üyelerinin girmek istememeleri, gelişigüzel bir beverly güzellemesi değildir. kadın lacan’a göre gerçek’e en yakın pozisyondadır, erkek ise sürekli acılarını saklamak ister, -mış gibi yapar. bu, ben'in küçük düşmemek için beverly’den bıçak yarasını saklamaya çalışması ile sahnelendiği gibi tüm çocuklar beverly'e bakarken, beverly’nin başını çevirmesi ile hepsinin birden farklı yönlere bakması ile de gösterilir.
kadın gerçek’e en yakın pozisyonda ise o halde beverly pennywise nasıl kaçırabiliyor ? iki sebepten. birincisi yukarıda dediğimiz sebepten: travma asla tek başına iyileşebilecek bir şey değildir, anlatamazsanız iyileşemezsiniz. ikincisi ise ataerkil ideoloji, ve o ideolojinin öngördüğü dil sebebiyle. yani kendisine “ sürtük “ dendiği, utanca mahkum edildiği için, aşırı çocuk henry “seni nasıl becerdim” dediği, o esnada bill “acaba “ diye baktığı, arkadaşının annesi “ bütün mahalle senin ne olduğunu biliyor.” dediği için. yaşadığı son ve esaslı travmayı ( babasının tecavüz etmeye çalışması ) çevresinde paylaşabileceği güvenilir birisi kalmadığı, dile getiremediği, utanca mahkum edildiği için.
aslında tek damgalanan beverly değildir, tüm çocukların ortak noktası dile gelmeyen travmaların olması ile beraber, ideolojik olarak da damgalanmış olmasıdır. yeni çocuk, yahudi, zenci vb. losers kendi içindeki sürtüşme ile birbirlerinden koparlar. ta ki beverly pennywise tarafından kaçırılana kadar.
travma tam da bu damgalamalar sebebiyle dile getirilemez, insanlar bu yüzden acıya mahkum olur. mağdur sürekli “ neden ben ? “ diye sorar. travma anlamlandırılmak ister, dile gelmek ister ancak kişi yargılanmaktan korkar. güvenemez.
travmanın iyileşememe sebebi ona sahip olanın sessizliği değildir, o sessizliği yaratan öteki'nin tutumudur. neo-liberal toplumlarda insanlar birbirlerinin acılarını dinlemek, yaslarına ortak olmak, gerçekleri dinlemekten kaçarlar, keyifleri bozulur çünkü. uygarlık yok-muş gibi davranmadan hayatına devam edemez. o uygar hedonist lakırdının süslü örtüsünün altında vahşi ve habis bir kötülüğün cisimlenmiş hali ise bu yüzden her daim yaşar.
o halde şimdi sorabiliriz: pennywise kimdir?

pennywise, ete işlenmiş acıdır. o, bir türlü tarif edilemeyen, anlatılamayan, dile gelmeyen, söylenemeyendir. kasaba uygar yaşamın sürekliliğinin bir metaforuysa, pennywise da kasabadaki travmaların metaforudur. bu yüzden gündelik hayatın yok saydığı, asla düşünmek istemediği, dışsallaştırdığı karanlık alanlarda, evin bodrumu, mazgalların arkası, izbe bir evde, kanalizasyondadır.
pennywise bir “yanlış tanıma”dır. çünkü o ne bir palyaçodur ne de bir canavardır. pennywise, öldürme ya da intikam peşinde bir palyaço değil; kişinin simgesel evreninin dengesini alt üst eden travmatik bir karşılaşma anının, şiddet dolu bir kötülüğün, faillere değil acı çeken kurbanlara musallat olan, muazzam bir ısrara sahip, o dev cüssesi ve 17.yy ingilteresi’ne ait kostümüyle, epey müstehcen ve sinik bir gülümsemeye sahip yüzünün arkasında tarif edilemeyen, gerçek'in ta kendisidir.
o, bastırılmış olanın geri dönüş anında ortaya çıkan, dile gelemeyen terördür. yaslar tutulana, travma iyileşene kadar sürekli kurbana ve geride kalanlara eziyet eden, o bastırıldığı ürkütücü alanda her daim saklanan, vaktini bekleyen eziyettir.
pennywise yeni değildir, zaten hep oradadır. o, geri dönmesini de tam da insanların parçalanmasına, unutma arzusuna, kayıtsızlığına borçludur.
pennywise aile içi cinsel istismar, dile gelmeyen acı, tutulmayan/tutulamayan/tutturulmayan yas, taciz, tecavüz, şiddettir. pennywise 1915 olayları, nüfus mübadelesi, dersim katliamı, trakya olayları, 6-7 eylül olayları, maraş, çorum ve sivas katliamları, cezaevi işkenceleri, operasyonları, askeri darbeler ve ona bağlı olarak yaşanan işkenceler, faili meçhul (veya faili bilinse de cezasız bırakılan) cinayetler, güneydoğu, suriye, arakan, patlamalar , zorla yerinden edilme, toplu mezarlar, kayıplar ve birbirinin üzerine yazılan, unuttuğumuzu sandığımız travmaların nicesidir.
pennywise görmezden gelindiği, ortaya çıkmasına yol açan sebepler ortadan kaldırılmadığı sürece dalga etkisi yaratarak çevreye ve sonraki kuşağa yayılarak kendini her daim var edecek olandır.
pennywise, ideolojinin insanların birbirlerinden iyice ayrıştırması ile kurbanların, mağdurların, yas tutamayanların üzerinde tahakküm kuran şerdir. pennywise, “off sıktın güzel şeyler konuşalım. “ ile, öfke ile, ötekileştirme ile, ideoloji ile, mesafeler ile beslenen, yalnızlığa, redde, utanca, suskunluğa mahkum edilmiş kurbanların, oğlunun yasını tutamayan annelerin sessiz çığlıkları, faillerinin açığa çıkana kadar geri dönen ölülerin sorduğu hesap, uğradığı tecavüzü “ neden ben ? “ diye sürekli kendisine soran ancak suçlanacağı için asla anlatamayanların, hikayesi bir türlü dile gelmeyenlerin sürekli yaşadığı terördür. pennywise, herkesin hayat hikayesindeki boşluklar, insanların bir görüntü, bir ses ile bir anda mutsuz olmasının, suskunluğunun, dil sürçmelerinin ve daha nice semptomun sebebidir.
o ayrışma ister, kutuplaşma ister, ötekileştirme ister, herkesin gündelik hayatına devam etmesini, kafasını çevirmesini ister. ızdırap içindeki kurbanına, yaşayanlara hiç bıkmadan tahakküm etmek ister.
o, aile içi cinsel istismara maruz kalan beverly’nin yaşadığı acının hikayesini dinlemenizi değil; onu damgalamanızı, utanca mahkum etmenizi, susturmanızı ister. ailesi ırkçı saldırıda yanarak ölmüş bir çocuğun hikayesini değil, onu yakanların ne derece haklı olduğunu dinlemenizi ister.
üstelik pennywise, losers'a teklif ettiği gibi “ bill’i bana verin, hayatınızın geri kalanını mutluluk içinde sürün “ diyerek rüşvetini de sunar. haliyle o konforlu hayatın devam edebilmesinin yegane yolu, kimsenin acısına, yasına ortak olmamak; kurbanları, mağdurları yalnızlaştırmak, onları suçlamak, anlatırsa utanca mahkum olacağını hatırlatmak, duyarsızlaşmak, onları dinlememektir. kendi hayatımıza bakıp bill’e yası ile ne hali varsa görsün diyip sırtımızı dönmek, herkesi pennywise ile ömrünün sonuna kadar baş başa bırakmaktır. beverly’ye sürtük diyip geçmek, bill'e evini keşke ben yaksaydım demektir. böylece aslında sadece karşınızdakini değil, kendinizi de neye mahkum ettiğinizin asla farkına varamamaktır.
pennywise fantastik bir film karakteri değildir, o gerçek'in ta kendisidir
türkiye toplumu insan eliyle yaratılan birçok travmatik olaya maruz kaldı ve bu olayların mağdurlar üzerindeki etkileri halen tam olarak bilinemiyor. belki gülümsemelerin altında, belki de hızlıca geçen satır arası bir haberde 10 saniye görüntüye girip sonra hemen unutulan hayatın durduğu evlerde, belki yakın belki de uzak bir yerlerde dile gelmeyi bekleyen, paylaşılamadığı için insanlara eziyet eden etkisi şiddetli, görüntüsü bulanık muazzam acılar var.
işte o bulanıklık tam da pennywise’ın insanlara ettiği eziyet etmesini sağlayan bulanıklıktır. ne kadar bastırılırsa o kadar şiddetli geri döner. geri dönmemesi için tekrardan insan olduğumuzu fark etmeliyiz. çünkü insan, öteki'nin bakımına, ilgisine muhtaç doğan tek varlık. her insan en büyük travmayı tam da doğarken yaşadı, ve tam da kendisi dışındaki başka birinin çabaları, öteki'nin özverisi sayesinde hayatta kaldı. öyle değil-miş gibi yapamayız.
kurbanların, mağdurların dile gelmeyi bekleyen acıları, yası tutulmamış, faili cezalandırılmamış ölülerin ödenmeyi bekleyen borçlarının ağırlığı yaşayanların üzerine katlanarak çöküyor. ideolojik gözlüklerimizle, önyargılarımızla insanları eziyete, boşluklarla dolu huzursuz bir hayat öyküsüne mahkum etmeyelim.
çünkü unuttuğumuzu sandığımız travmalar asla tek başına iyileşebilecek, üstünden gelinebilecek bir “şey” değildir. bireysel travmalar ile toplumsal travmalar pennywise'ın kasabası gibi içiçedir. her tecavüz haberinde özgecan'ların, her patlamada ankara'nın, her ırkçı şiddette 6-7 eylül olaylarının, her linçte madımak'ın, her işkence haberinde metin göktepe'lerin belli belirsiz görüntüleri hep bu yüzden aklınıza gelir. acılar paylaşıldıkça azalır der eskiler, paylaşılmasını sağlamalıyız. ve evet unutmalıyız, ancak kafamızı çevirerek, duyarsızlaşarak, sıradanlaştırarak, her defasında ilk defa oluyormuş gibi tepkiler vererek değil, failleri cezalandırarak, birbirimizi gerçekten dinleyerek, acılarımıza, yasımıza ortak olarak, bu sürekliliği fark ederek, bir kere de olsun damgalamayı, ideolojiyi bir kenara bırakarak.
kasaba zaten çöktü, pennywise herkese musallat olmuş durumda. onun yerine yeni bir dünya inşa edilebilir. tamam çok muhteşem bir dünya olmaz belki yine ama en azından bu defalarca sanki yeni travmalar üretip ilk defa oluyormuş gibi sunan, her birini unutturmaya çalışan, mutluluğa giden yolun metalardan geçtiğini sanan, acıları aynı boşluğa ata ata en sonunda tarumar olmuş, son çareyi ise herkesi öteki'ne düşman etmekte bulan, bu yüzden de aşırı yalnızlaştıran, bu sapkın sistemin sahte hijyeninden çok daha temiz bir dünyayı hak ediyoruz.
belki de o yüzden ilk yapmamız gereken pennywise'ın " bill'i bana verin, hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edin " teklifine richie'nin yanıt verdiği gibi:
"bana vurdun bill, beni pisliğin içine soktun, beni izbe bir eve götürdün. ancak bu palyaçoyu haklayacağım. " demek
26 Temmuz 2017 Çarşamba
Filistin nasıl İsrail oldu?
İsrail Devleti, Rothschild'in özel mülküdür.
Ve Mayer Amschel Rothschild oğullarına bir Yahudi hükümdarlığı kurulması vasiyetinde bulunmuştur. Bunu sağlamanın yegâne yolu ise, ülkeleri ekonomik olarak kendilerine bağımlı hale getirmektir.
"İsrail parasıyla satın aldı" denilen Filistin toprakları şöyle satın alınmıştır Filistinlilerin elinden: 1. Dünya Savaşı sonrası Filistin, İngiliz mandasına girer. İngiltere ise Filistin'e "nasıl ki eskiden Osmanlı'ya vergi ödüyordunuz, şimdi de bize ödeyeceksiniz" diyerek astronomik vergiler dayar. Bu vergiler o kadar ağırdır ki, Filistin'in bu vergiyi karşılayabilme şansı dahi yoktur. Sonuç olarak Balfour Deklarasyonu'nda belirtildiği üzere bir Yahudi devleti kurulmasını destekleyen İngiltere hükümeti ve Rothschild, bu Filistin topraklarına el koyar.
Rothschild'ler, tarih boyunca siyonistlerle yakın ilişkiler ve ahbaplıklar kurmuşlardır. Misal modern siyonizmin kurucusu olan Teodor Herzi'nin Lord Rothschild II ile yakın dostluğu herkesçe bilinir. Şimdi tarihleri 1. Dünya Savaşı'na çekelim, Balfour Deklarasyonu nedir ? ,işte budur:
Balfour Deklarasyonu, Lord Rothschild'e gönderilmiş bir mektuptur ve gayet bilinen bir gerçek olup zamanında İngiltere'de çok tepki toplamıştır. Arthur Balfour 1917 yılında İngiltere dışişleri danışmanlığı yapmaktaydı, bir siyonist olan Arthur Balfour, siyonist ahbabı Rothschild'e bir mektup gönderir. Bu mektup, Filistin topraklarında bir yahudi devleti kurulması gerektiğini, bu toprakların yahudilerin doğal yurdu olduğunu belirtir. Bu Filistin'de kurulacak olan yahudi devletinin İngiltere tarafından destekleneceğini bildiren Balfour, bu konunun Rothschild tarafından "Siyonist Federasyon"a iletilmesini rica eder.
İşte Filistinin işgali Kanununa uydurulmuş gasptan başka bir şey değildir.
Ayrıca bu, ABD'nin çorak Alaska topraklarını parasını bastırarak alması gibi bir olay değildir.
"Parasını vermiş, almış adamlar" denilen yer, bir milletin hâlen üzerinde yaşamakta olduğu vatanıdır.
Şimdi konuyu başka bir yere çekelim
Bizim liderlerimiz de Sevr Antlaşmasını imzalamışlardı ve isterseniz tarih dersinden aklınızda kalanları tekrar canlandırayım gözünüzde:
Sevr ile bize layık görülen topraklar bunlardı ve üzerinde İngiliz, İtalyan, Yunan, Fransız bayrağı bulunan bölgelerde ve Doğu'da Ermeni devleti için ayrılan topraklarda Osmanlı Devleti vatandaşları yaşamaktaydı.
Biz Sevr'i millet olarak kabul etmedik, "başımızdakilerin yediği bok bizi bağlamaz, burası bizim vatanımız" dedik ve Türk, Kürt, Laz herkes mücadele verdi bunlara karşı. Kuvay-ı Milliye birlikleriyle gerilla savaşı yaptık, ardından Atatürk bu birlikleri ve cemiyetleri birleştirdi, Kurtuluş Savaşı'nı başlattık ve galip geldik.
İyi de, bir şey soracağım, adamlar Osmanlı heyetini Sevres'e getirip bu antlaşmayı imzalatmışlardı. Hukuken haklılardı yani. Şimdi biz vatanımızı savunmakla suçlu mu olduk?
Kurtuluş Savaşı'nı kazandığımız için bizler kahraman olduk, Filistinliler ise İsrail'e üstünlük sağlama gibi bir şanslarının bulunmayışından dolayı "terörist" oldular.
Yahudi sivillere füze atan, canlı bombalar gönderen Hamas'ı desteklemiyorum elbette.
Fakat o topraklar o insanların vatanıdır. Sen istediğin kadar dönemin parasıyla satın almış ol o toprakları, bu hiçbir şey ifade etmez. Maslak1453 mü ulan bu parasını bastırıp sahibi oluyorsun?
Ve Mayer Amschel Rothschild oğullarına bir Yahudi hükümdarlığı kurulması vasiyetinde bulunmuştur. Bunu sağlamanın yegâne yolu ise, ülkeleri ekonomik olarak kendilerine bağımlı hale getirmektir.
"İsrail parasıyla satın aldı" denilen Filistin toprakları şöyle satın alınmıştır Filistinlilerin elinden: 1. Dünya Savaşı sonrası Filistin, İngiliz mandasına girer. İngiltere ise Filistin'e "nasıl ki eskiden Osmanlı'ya vergi ödüyordunuz, şimdi de bize ödeyeceksiniz" diyerek astronomik vergiler dayar. Bu vergiler o kadar ağırdır ki, Filistin'in bu vergiyi karşılayabilme şansı dahi yoktur. Sonuç olarak Balfour Deklarasyonu'nda belirtildiği üzere bir Yahudi devleti kurulmasını destekleyen İngiltere hükümeti ve Rothschild, bu Filistin topraklarına el koyar.
Rothschild'ler, tarih boyunca siyonistlerle yakın ilişkiler ve ahbaplıklar kurmuşlardır. Misal modern siyonizmin kurucusu olan Teodor Herzi'nin Lord Rothschild II ile yakın dostluğu herkesçe bilinir. Şimdi tarihleri 1. Dünya Savaşı'na çekelim, Balfour Deklarasyonu nedir ? ,işte budur:
Balfour Deklarasyonu, Lord Rothschild'e gönderilmiş bir mektuptur ve gayet bilinen bir gerçek olup zamanında İngiltere'de çok tepki toplamıştır. Arthur Balfour 1917 yılında İngiltere dışişleri danışmanlığı yapmaktaydı, bir siyonist olan Arthur Balfour, siyonist ahbabı Rothschild'e bir mektup gönderir. Bu mektup, Filistin topraklarında bir yahudi devleti kurulması gerektiğini, bu toprakların yahudilerin doğal yurdu olduğunu belirtir. Bu Filistin'de kurulacak olan yahudi devletinin İngiltere tarafından destekleneceğini bildiren Balfour, bu konunun Rothschild tarafından "Siyonist Federasyon"a iletilmesini rica eder.
İşte Filistinin işgali Kanununa uydurulmuş gasptan başka bir şey değildir.
Ayrıca bu, ABD'nin çorak Alaska topraklarını parasını bastırarak alması gibi bir olay değildir.
"Parasını vermiş, almış adamlar" denilen yer, bir milletin hâlen üzerinde yaşamakta olduğu vatanıdır.
Şimdi konuyu başka bir yere çekelim
Bizim liderlerimiz de Sevr Antlaşmasını imzalamışlardı ve isterseniz tarih dersinden aklınızda kalanları tekrar canlandırayım gözünüzde:
Sevr ile bize layık görülen topraklar bunlardı ve üzerinde İngiliz, İtalyan, Yunan, Fransız bayrağı bulunan bölgelerde ve Doğu'da Ermeni devleti için ayrılan topraklarda Osmanlı Devleti vatandaşları yaşamaktaydı.
Biz Sevr'i millet olarak kabul etmedik, "başımızdakilerin yediği bok bizi bağlamaz, burası bizim vatanımız" dedik ve Türk, Kürt, Laz herkes mücadele verdi bunlara karşı. Kuvay-ı Milliye birlikleriyle gerilla savaşı yaptık, ardından Atatürk bu birlikleri ve cemiyetleri birleştirdi, Kurtuluş Savaşı'nı başlattık ve galip geldik.
İyi de, bir şey soracağım, adamlar Osmanlı heyetini Sevres'e getirip bu antlaşmayı imzalatmışlardı. Hukuken haklılardı yani. Şimdi biz vatanımızı savunmakla suçlu mu olduk?
Kurtuluş Savaşı'nı kazandığımız için bizler kahraman olduk, Filistinliler ise İsrail'e üstünlük sağlama gibi bir şanslarının bulunmayışından dolayı "terörist" oldular.
Yahudi sivillere füze atan, canlı bombalar gönderen Hamas'ı desteklemiyorum elbette.
Fakat o topraklar o insanların vatanıdır. Sen istediğin kadar dönemin parasıyla satın almış ol o toprakları, bu hiçbir şey ifade etmez. Maslak1453 mü ulan bu parasını bastırıp sahibi oluyorsun?
7 Ocak 2017 Cumartesi
Usb veya Flash Belleği Bootable yapabilmek
Pek çok kişinin USB ile Format Atma konusunda takıldığı konulardan birisidir. Her Flash Disk’e malesef kullandığınız programlar İso kalıbı yazamamaktadır. USB ile Format Atmak İçin indirdiğiniz programlar hata vermekte ve sizde başka çareler aramaktasınız. Programlarda kullanılan bootable yöntemi ile benim anlatacağım oldukça farklı şekilde çalışmaktadır.
Bu yüzden programla hata aldığınız bir Flash Disk’e istediğiniz gibi format atma diskine dönüştürebilirsiniz. Hiçbir program ve ekstrem bir bilgi gerektirmemektedir. Anlatacağım her şeyi tek tek uygulamanız yeterli olacaktır.
Usb Bellek Bootable Yapma Programsız yazımızda bir program sunmadığımız için birkaç kod kullanmanız gerekmektedir. Bunlarda basit kodlardır.
Öncelikle Usb Belleğinizi bilgisayarınıza takınız.
Cmd komut satırını açınız
“Başlat -> Çalıştır ->Cmd yaz ve enterla” Win 8 Kullanan arkadaşar Mouseyi Ekranın Sağ üst köşesine götürerek arama kısmına Cmd yazması yeterli olacaktır.
Daha sonra Gelen Siyah Ekrana Sırası İle
Diskpart Yaz Enterla ( yeni bir pencere açılacak yine siyah ekran bundan sonraki kodları oraya yazıyoruz.)
List Disk Yaz Enterla
Usb Bellek Bootable Yapma Programsız
Gelen yazıların içerisinde Disk1 Disk2 gibi yazılar göreceksiniz. Burada Bootable yapmak istediğiniz yani Format Flash Diski yapmak istediğiniz diskin adını bulacaksınız. Karşılarında hafızaları yazmaktadır. Oradan Anlayabilirsiniz. Genelde Disk 1 flash bellek olur.
Select disk 1 (sizde farklı ise 1 yazan yeri flash diskinizin adına göre değiştirin) yazıp enter. Örnek Resim Yan Tarafta Bakınız.
clean Yaz Enter
Create partition primary yaz enter
active yaz enter
format fs=fat32 quick yaz Enter’la biraz bu koddan sonra biçimlendirme yaptığı için bekletir.
assign yaz enter’la.
Tüm işlem bu kadar artık İso’nun içindeki tüm dosyaları Winrar gibi bir programla çıkarttıktan sonra flash belleğin içerisine Kopyalamanız yeterli olacaktır. Tüm işlem bu kadar artık Flash Belleğiniz Bootable olmuş vaziyettedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)